29 Mart 2013 Cuma

Araf- Hüzün - Papatya

Araf takıntısıyla bilinen :P glikoza-chan(kawai :p) verdi bana kelimeleri. Bu sefer öldüreceğim birilerini nihoho

Gözlerini açmakta zorlanmasına rağmen onların orada olduğunu hissediyordu. İşte ilk dostu oradaydı. Ölüm ve yaşam üzerine hiçbir takıntısı bulunmayan ve hayatı oluruna bırakan ilk dostu. Onu her zaman ilginç bulmuştu. Ölsem üzülür müydü diye düşündü. Yüzünde belirmeyen ama derinlerde bir yerlerde acısını belli eden bir gülümseme tavrına büründü acı içinde açılmaya çalışan gözleri. Bir diğer dostu vardı onun yanında, sürekli yaşamdan sonrasını düşünen ve bu yüzden hayatında hep doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan dostu. Gözlerinin önüne bu ikilinin hayat ve sonrası hakkındaki tartışmaları geldi. Biri hayatın ciddiye alınmamasını söylerken bir diğeri de hayatın sınav olduğuna dair bir şeyler söylüyordu ve bu ikisini izlemek kadar keyifli bir şey daha bilmiyordu bu hüzünlü gözler... Ailesi yanındaydı bir de. Dostları olarak gördüğü ailesi. Zaten başka da kimse yoktu gelen. Başkasına da ihtiyacı yoktu zaten. Artık son demlerindeydi yaşamının. Gitme vakti gelmişti ama kalmakta istiyordu haliyle. Arkasında bırakmak istemediği dostları vardı. Hemşire girdi bu sırada içeriye ve sildi çapaklı gözlerini bu yorgun adamın. Bir ışık parladı sanki de yaktı gözlerindeki pası, kiri. Şimdi son son bakıyordu sevdiklerine ve daima seveceklerine. Gitmeden son kez düşündü hayatını ve geldi film şeridi gözlerinin önüne. Artık gelmiş miydi geçmenin zamanı, yoksa geçmiş miydik çoktan bu kıldan ince köprüden? Gitmek ve kalmak arasında kalması ona arafı da hatırlatıyordu haliyle. Baktı inançlı dostuna bu fikirle. Gördü dudaklarından dökülen kelimeleri ve bu kelimeleri taşıyan harf trenini. Tren sağından gelmeye koyuldu ve girdi kulağına. İyi dilekler vardı bu trende bir kaç dua ile birlikte. Başını trenin geldiği yöne doğru çevirince gördü papatyayı ve gözlerinin önünde ikinci bir film canlandı. Daha bitmemişti seri belli. Yaşananlar bu kadar kısa süremezdi. Belki de gerçekten arafın pençesinde ve hüznün yüreğindeydi şu an. Bir karar vermeliydi ne yazık ki ve gitmeyi seçti bu yorgun beyefendi. Gitmeyi seçti yorgun beyni ve son bir güçle sallandı hoşçakal diyen eli...

27 Mart 2013 Çarşamba

-yağmur -şüphe - aşık!

Özgecim. Saygı değer konuklar. Sayın juri üyelerim. Sayın sanal okuyucularım ve birazdan gazabıma uğrayacak tüm onurlu kelimeler. Hepinizden özür diliyorum.

Var mıyım, yok muyum bilemiyorum ama... Kısa bir zamanda vücut bulacağıma ve bu vücudun bir amacı olacağına inanmak istiyorum. Kim bilebilir ki oysa? Nasıl bilebilir? Ben emin olamıyorum. Her şeyden şüphe ediyorum ama bir şeylere de tutunmak istiyorum ve bu bir şeylerin günün birinde aşık olacağım toprak olduğunu düşünüyorum. Sanki daha önce toprakla tanışmışım da yeniden onunla buluşacağımız günü bekliyorum. Bilinçaltında ya da bilincimin dışında, bir yerlerde böyle bir içgüdüm var sanırım. Bilmiyorum işte öyle inanmak istiyorum.

Sanki çekilmeye başlıyorum. Yavaş yavaş kuruyorum. Belki de ben öyle zannediyorum. Ah birde emin olabilsem. Bir de şu şüphenin acı verici pençelerinden kurtulabilsem... Ah, hava da güneş var. Güneş mi o? Artık her neyse. Kurutuyor beni. Öyle hissediyorum. Ama tam o sırada en yakın dostum, bulut. Kurtarıyor beni. Hemen yanına çağırıyor beni ama ben yavaş kalıyorum. Bir güç kullanıyor ve onun yanında bitiyorum göz açıp kapayıncaya kadar. Dostuma derdimi anlatmıştım. Öyle hatırlıyorum. Biliyor aşık olduğum toprağı... Kavuşturacak beni ona. Birazcık güç topluyor ve başlıyor şimşekleri çakmaya. Gülümsüyorum ona. Teşekkür ediyorum. Utanıyor sanırım biraz. Kadim dostum benim. "Dostumsun değil mi?" diyorum. "Şüphen mi var?" diyor. Acı bir gülümsemeyle onu uğurlayıp milyonlarca yağmur damlasıyla beraber aşık olduğumuz toprağa doğru yol alıyorum.

Bu arada, yağmuru da çok seviyorum. Tüm arkadaşlarımla beraber sevdiğimize kavuşmak için yol alıyoruz. Kıskanmıyoruz birbirimizi. Hepimiz ayrı bir parçasına aşık olmuşuz bu güzelliğin. Görüyorum en sevdiğim parçayı. Yavaşca dokunuyorum, güzelce ıslatıp can veriyorum sevgilime. Bu esnada tüm şüphemi arkamda bırakıyorum ve tüm kalbimle ve bedenimle ona inanıyorum. Aşkımıza inanıyorum. Beraber koyun koyuna uyuyoruz. Daha sonra ben buharlaşmaya başlıyorum. Hoşçakal bile diyemeden tekrar bedensiz kalıp düşünceler arasında boğulmaya başlıyorum. Ama artık inanıyorum. Tekrar sevdiğimle buluşacağıma inanıyorum. Zaman içerisinde bu inanç kendini nereden geldiği belirsiz düşüncelere bırakacak belki ama asla benden kopmayacak biliyorum. Yeniden buluşacağımız gün için arkadaşımla konuşmak üzere gökyüzüne yol alıyorum. Beni unutmayacağını biliyorum ve aşık olduğum toprağa son kez bakıp iki kelimeyi dudaklarımın arasından bırakıyorum. "Seni seviyorum."

22 Mart 2013 Cuma

rüzgar,oyun,özel

bara verdi bana öyle yazasım geldi birden acayip sıkıldım heralde bilmiyorum

Hiçliğin ortasında, ölümün bile yanından geçemeyeceği bir nokta da gelmiş geçmiş en büyük ve en özel hazinen varlığı konuşuluyordu. Etrafı azgın deniz dalgalarıyla ve sivri kayalarla çevrili bu yere kimsenin giremeyeceği gibi kimse de çıkamazdı. Rüzgar o kadar sertti ki etrafında kuş bile uçamazdı. Oraya gitmeye çalışan kimse geri dönememişti. Hiçbir uçak gözlem yapamıyordu. Bu hırçın denizi geçmeyi göze alabilecek kimse yoktu. En azından şu ana kadar öyle bir yiğit ortaya çıkmamıştı.

Açgözlü bir insanda bu hazinenin kokusunu almıştı. Tüm dünyaya bir takım topladığının ve o hazineyi alacağının haberini yaydı. Zengin olmasının verdiği rahatlıkla da amacının reklamını rahatlıkla yaptı. Tabii ki de böyle bir yere gitmek isteyen fazla insan olamazdı ama macera tutkunları her zaman vardı. Maceraperestler olduğu gibi zekasını zorlamak isteyenler de olacaktı. Ayrıca başında bir hunisi eksik olan bir takım insanlarda olacaktı. Zengindi. Parasının satın alamayacağı hiçbir şey yoktu.

3-5 düzine kadar kişi bu davete karşılık vermişti. Herkesin istediği bir şey vardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Adam kalabalığı "Arzumu yerine getirdiğiniz sürece hepinizin isteğini karşılayabilirim. Yeter ki isteğimi yerine getirin." diyerek sakinleştirdi. Bu sefer de her bir kafadan fikir çıkıyordu. Hepsi de Edison'un başarısız olduğu ampüller dizisinin birer parçasıydı. Ama her bir yanlış adım, doğru çözüm için atılacak asıl adımı güçlendiriyordu. Bir çok başarısız fikirden sonra denizin kenarında oturup, geldiğinden beri rüzgara kağıttan gemi bırakan adam söz almıştı. "Herkesin korktuğu bu sert rüzgar aslında bu gizemli oyunun çözümü. İnsanlar hep böyledirler. Gözlerinin önünde duran cevabı göremez, dolambaçlı yollara girerler."

Kalabalık belli ki buraya konuşmaya gelmişti. Bu sefer de herkes hep bir ağızdan bu fikri yalanlıyor, böyle bir şeyin olamayacağını söylüyordu. Kalabalığın içinden bir kadın çıktı ve geldiğinden beri onu izlediğini ve yaptığı gemilerin rotasını gördüğünü söyledi. O adaya gidilebilirdi. Hemde kolaylıkla. Ancak fikri bulan adam bu oyundan hiç tatmin olmamıştı. Tek umudu hazinenin ilginç olması ve onu tatmin etmesiydi. Onlarca alet yapıldı ve adaya doğru yol alındı. Her gemi de tek bir kişi olacaktı ve rüzgara bırakıldıklarından adaya varacakları zamana kadar hiçbir şey yapmayacaklardı. Tabii ki böyle bir gemiyi yapmak kolay değildi ama zengin adamın seçkin mühendisleri bu aleti yapabilmişti.

Adada tek bir kutudan başka hiçbir şey yoktu. Açgözlü adam kutuyu açtı. Kağıttan gemiler yapan adam da meraklı gözlerle kutuya bakıyordu. Kutunun içinden çıkan şey herkesi büyülemişti. Çünkü herkes ihtiyacı olan şeyi almıştı. Açgözlü adam artık tatmin olmuştu. Nefretle dolu olanlar sevgiyle tanışmış, delirenler hunisine kavuşmuştu. Kutudan çıkan ayna onlara kendi yansımalarını göstermişti. İçlerindeki tüm kötülük gözlerine önüne serilen kalabalık, tüm hatalarını ve eksiklerini tamamlamaya yemin etmiş, karanlık parçalarını geri de bırakmaya söz vermişti. Bir gizem daha çözülmüştü ama gizemler her zaman olmaya devam edecek ve efsane olarak tarihte yerini bulacaktı...

14 Şubat 2013 Perşembe

kedi portakal kent

Tutturuuuuuuuu :) aldım kelimeleri Özge'den ve başlıyorum yazmaya. Umarım kötü olmaz. Yani hep kötü de en azından Özge umarım beğenir.

Çaresizce ve elinden geldiğince hızlı bir şekilde koşuyordu. Arkasından kovalayan üç köpekte birbirinden vahşiydi. Artık yorulmaya başlamıştı. İlerde bir ağaç gördü ve ağaca tırmandı. Bir süre o ağaçta beklemeye koyuldu. Aşağısı gitgide köpek doluyordu ama kedi sürüsü bunu fırsat bilip köpeklere pusu yapacaktı. Bir anda ortaya çıkan kediler, köpekleri şoka uğrattı. Biraz önce deli gibi havlayan köpekler şimdi mıymıy ses çıkartıyordu. Korku köperklerin bütün tüylerine yayılmıştı. Yapacak tek şey vardı o da kaçmaktı. Kediler bir kaç köpeğe zarar verebildiler ama onları daha fazla kovalamadılar. Durumu hemen KediKral'ına ilettiler. Artık işler zıvanadan çıkmaya başlamıştı. Bu böyle gidemezdi. Artık bu konu hakkında bir şeyler yapılmalıydı. Son zamanlarda köpeklerin ardı arkası kesilmeyen bu haddini bilmez davranışları artık sınıra ulaşmıştı. Hemen kraliyetin önde gelen kedilerinin de katılımıyla bir toplantı düzenledi. Bu olayların yaşanma sebebini en ince ayrıntısına kadar araştırdılar ve buldukları sonuç enteresandı. Buna inanmak istemediler ve muhtemelen yanlış bir sonuca vardıklarını düşündüler. Çünkü söylentilere göre kedilerin korkunca, ödleri koparmış ve bu ödlerinden üç minyatür portakal düşermiş. Köpeklerin inandıkları şey buymuş. Bu üç portakal Köpeklerin mirasıymış. Geleneksel olarak bu portakallar yeni varise geçermiş. Bir önceki varis erken yaşta ölmüş. Sadece köpeklerinden önde kelen kişilerinin bildiği bir şey olduğu için bunlarla ilgili bir kayıt tutulmamış. Bu yüzden gerçek tam olarak bilinemiyormuş.

Toplantı sona erdikten sonra bu saçmalığa bir son verilmesi için hemen köpeklere bir elçi yollandı. Köpek ve kedi kentlerinin arasında kalan ve yıllardır boş olan bir başka kentte kedilerin ve köpeklerin en iyi şovalyeleri birbirleriyle dövüşecek ve kazananın istediği olacaktı. Köpekler tarafından bu kabul edilmişti.

Dövüş zamanı gelmişti. Kalabalık sustu ve büyük çatışma başladı. Kedi tıslıyor köpek havlıyordu. Köpek birden kediye atıldı ancak kedi bunu rahatlıkla atlatıp tırnaklarını köpeğe geçirdi. Köpek bir kurt gibi uludu ve kediyi savurarak üzerinden attı. Kedi afallamaktayken hızlıca atağa geçerek onu köşeye sıkıştırdı. Havlıyor, korkutucu şekilde nefes veriyor, kediyi korkutuyordu. Kedi ağzını açtı ve "Bunu neden yapıyorsunuz? diye sitemli bir şekilde sordu.
"Ben bana verilen emri sorgulamadan yaparım" diye cevapladı köpek. "Bunu yapmaktan zevk alıyorum."
Köpeğin bu tavrı kediyi çok korkutmuştu ev kedi korkudan ölmüştü. Ama beklenildiği gibi portakal falan düşmemişti. Köpek onurlu bir şekilde dövüşü kazanmıştı ve şimdi köpeklerin isteği olacaktı. Ama kediler bunu yediremeyerek meydana saldırdılar. Bunu gören köpeklerde meydana atıldılar. Büyük bir muharebeden sonra herkes kendi tarafına çekildi. Ama aralarındaki bu anlaşmazlık sonsuza kadar devam etti.

9 Şubat 2013 Cumartesi

İroni çay ve baharat

Esranchovy'inin kelimeleri ve benim yazımımla işte size hikaye! :D

Annesinin yemeklerine bayılırdı ama annesi öldükten sonra artık hiçbir yemek ona tad vermemeye başlamıştı. Lise dönemindeyken yemek ile daha da ilgilenmeye ve annesinin tariflerini karıştırmaya başladı. Annesini en güzel şekilde anmak insanlara en güzel yemeği vermekten geçiyordu, en azından böyle düşünüyordu. Çeşitli kitaplardan türlü türlü yöntemler okudu. Aşçılık dersi aldı. Tek hedefi dünyanın en iyi aşçısı olup, herkese en güzel yemekleri yedirmekti. Annesinin sadece yemeklerini de sevmezdi. Yaptığı çeşitli kompostolara da bayılırdı. Annesi ona bir bardak su koysa, kendi koyduğu sudan çok daha güzel gelecekti neredeyse. Babasını da daha doğmadan kaybetmişti. Annesinin karnındayken babası bir trafik kazasında ölmüştü. Babasının da yokluğunda ona tek başına bakan annesine bu kadar düşkün olmasının sebebi belki de hem çalışıp hem ona bakarken geçirdiği zor zamanlardan kaynaklanan bir hayranlık bir bağlılık idi.

Yıllar geçiyordu ve bilgi birikimi sürekli artıyordu. Çeşitli baharatlardan harika lezzetler ortaya çıkartıyordu ama yetersizdi. Hâlâ bir şeyler eksikti. Herkes tarafından beğeniliyordu ancak daha mükemmele ulaşamamıştı. Annesinin o yemeklerinin tadını hala alamıyordu. Şehir şehir, ülke ülke dolaşıp yeni tarifler arıyordu. Bu arayış içerisinde gelecekte kocası olacak adamla tanıştı ve onunla çok iyi bir şekilde anlaştı. Mutfakta iki beden bir bütün olmuşlardı. Aralarındaki bu çekim sayesinde evlenmeye karar verdiler.

Hiçbir anını boşa geçirmiyordu ancak hâlâ yeterli değildi. Yakın zamanda çocuğu olacaktı. Bu yüzden aşçılığa bir süreliğine ara verdi. Bir kızı olmuştu ve gerçekten çok güzeldi. Aslında çocuk doğurmak için çok geç kalmıştı ve aslında hiçbir zaman çocuk sahibi olmayı da düşünmemişti. Bu çok ironikti.

Kızı yavaş yavaş büyüyordu ve artık konuşmaya da başlamıştı. Beklemediği bir zamanda gelen bu çocuğu sevmemekten korkmuştu ama tam tersi bir şekilde ona çok bağlanmıştı. Bir akşam yemeğinde yılların da tecrübesiyle güzel bir yemek yaptı ve ailecek sofraya oturdular. Aslında bu yemekte bir şeyler farklı gibi hissediyordu ama bu düşüncesine anlam verememişti. Yemekler yendikten sonra sofrayı toparladı ve masayı silip çay demledi. Kocası kendisine ve karısına çay doldurdu. Çayını yudumlarken de annem olsa daha iyi yapardı diye düşündü. Bu sırada içerden kızı gelip "Ellerine sağlık anne! Çok güzel olmuş!" dedi ve odasına geri döndü.

Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Yıllardır peşinde koştuğu amaca erişmişti. Tarifindeki eksik malzemeyi bulmuştu. Sevgiyi...

Kuş, abajur, kolye

Candan'ın verdiği kelimeler ve berbat edeceğim bir başka hikaye. Ölü gibiyim lan.

Cumartesi günü arkadaşlarıyla doyasıya eğlendi. Eve doğru giderken aklına, yeni okumaya başladığı kitap geldi. Daha önce böyle bir kitap daha okumamıştı. Katilin iç dünyası ve kurbanın tüm duygularını en ince ayrıntısına kadar anlatan, katil öldürürken okuyucunun aklına katilmiş havası verip adeta son hamleyi okuyucuya yaptıran bir kitaptı. Aynı şey kurban içinde geçerliydi. Kurbanın kalbine bıçak saplanırken kendinizi kurban zannedip dehşete kapılıyordunuz. Benzeri görülmemiş harika bir roman! Belki de sadece abartıyordu ama bir şekilde bu romanı çok sevmişti. Bu düşüncelerle eve varmıştı. Ilık suyla duşunu aldıktan sonra bornozunu giydi ve saçlarına havlu sarıp kitabını okumaya başladı. Koltuktan rahatsız olduğu için yatağına gidip uzandı ve abajuru hafifce açtı. Abajurdan yayılan ışık sofranın kuş sütü gibiydi.

Tamamiyle karanlık ve sessiz bir ortamda, azrailin nefesini boynunda hissediyordu. Ölmekten her zaman korktuğunu düşünmüştü ancak bu kadar korkacağı asla aklına gelmezdi. Kalbi, kırılıp aşılmaya çalışılan bir kale kapısı gibiydi. Gümbür gümbür atıyor ve göğüs kafesini sarsıyordu. Boynunda hissettiği nefesin azraile değil katiline ait olduğunun farkına vardı. Vücudu buz kesmişti ve tüyleri korkudan kaçacak yer arayıp gözeneklerine sığınmışlardı. Psikolojik bir şekilde kaçmak için geriye doğru adım attı ve ayağı takılıp yere düştü. Tam bu sırada bir şeyler çınlamıştı. Kör edici bir ışık gözlerinin en derin noktasına kadar işledi. Katil, kurbanının bu planlanmış çaresizliğinden faydalanıp onu sandalyeye oturttu ve sıkıca bağladı. Elindeki palayı diliyle yalayıp kurbanının gözündeki tüm korkudan tahrik oldu ve onun kellesini havaya uçurdu. Kadının en son görebildiği şey çınlamanın sebep olduğu kuşlu bir kolyeydi.

 Tam bu esnada evdeki tüm elektronik aletler alarmlı birer saat gibi ötmeye ve hareket etmeye başladılar. Neler olup bittiğini anlamak istercesine sanki orada cevap yazılıymış gibi salona doğru koştu. Koşarken ayağı takıldı ve bembeyaz bir ışık gözlerindeki tüm hücreleri biftek gibi kızarttı. Ayağa kaldırıldığını ve ellerinin bağlandığını hissetti. Katil bir golf topuna vururmuşçasına palasını kadının kellesine doğru hızlıca indirdi. Kadın pala boynunu kesmeden şoktan kalp krizi geçirip ölmüştü. Ancak son görebildiği şey alaycı bir kuş kolyesiydi.

Dünya, insan, elveda


Gecenin gece olmaktan bıktığı, güneşin doğmamak için binbir türlü bahane ürettiği bir günde, sokaklarda aç aç dolaşan hayvanların ve hayvan misali bir köşeye sinmiş insanların, yaşamaya dair zerre hevesi olmadan, zaman geçsin diye saniyeleri birer birer sayıp ölüme yavaş yavaş yaklaşmanın sevinciyle ve aslında korkunç hüznüyle hayatlarını sürdürmesinin objektif bir bakış açısından çıkmış değersiz yorumları bu cümleler. Tasviri imkansız bir çaresizliğin gereksiz bir kişi tarafından, berbat bir akşamüstü vakti, arkasında anlamsızca iz bırakma çabasının belki de içten içe öldükten sonraki hayata duyduğu şüpheden kaynaklanan zaman geçirme amaçlı cümleleri bunlar. Yalnız bir insanın intihar etmeden önce bu gelip geçici dünyaya bıraktığı, her ne kadar gereksiz de olsa bırakmak istediği bir kağıt parçasının üzerindeki mürekkep darbelerinden oluşan son bir çığırış, son bir yıpranış. Arkasında elveda diyeceği hiç kimse olmadan ve bunun bilincinde olan belki de tüm canlı kırıntılarının son sözcükleri bunlar. Aynı zamanda daha fazla söyleyecek sözü kalmamış bir ruhun, bedenden çıkmadan önceki son çırpınışının kağıt üzerinde vuku bulmuş ifadeleri. Elveda fani dünya.

7 Şubat 2013 Perşembe

Tartölet, kitapçı, fular

Seferbaz'ın kuzeni vermiş Maide-chaaaan :D Elimden geleni yapmak istemekteyim de yapabilecek miyim acep?

Memleketine uzun yıllar sonra dönmüştü ve hayatına yepyeni bir sayfa açacaktı.

Günışığının pencereden sıyrılıp yatağına uzanmasıyla o da güne merhaba diyerek uyandı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltısını hazırlamaya koyuldu. Bugün pek bir şey yiyesi olmadığı için kahvaltısı kısa sürdü. Üstünü değiştirmek için odasına gitti. Dolabı karıştırırken gözü eski bir fulara çarptı ve tam o anda aklında anıları canlandı. Ölürken gözlerinin önünden geçen film şeridi dedikleri şey capcanlıyken başına geliyordu. Bu fuları ona veren çocukluk arkadaşı gözlerinde belirdi. Kasabadan ayrılırken vermişti bu fuları ona ve kasabaya geri döndüğü zaman bu fularla gelmesini istemişti. Uzun zamandır onunla konuşmamıştı ve hayatın akışına kapılıp doğduğu yerdeki insanları geri de bıraktığı için kendisine kızmıştı. Üzerine bir kot şort ve ince bir bluz aldıktan sonra elnide fularıyla kendisini sokağa attı. Çocukluk arkadaşını nasıl bulabileceğini düşünmeye koyuldu. Kitapçıya gelene kadar aklına türlü türlü şeyler geldi. Sokak buram buram geçmiş kokuyordu. Adeta hava da uçuşan tozlar bile aklında bir yerlerde bir anıyı bir çocuk inatçılığıyla çekiştirip gün yüzüne çıkarmaya çalışıyordu.

Dükkana girecekken kapıda ki "Bizimle çalışmak ister misiniz?" yazısını gördü. Gülümsedi ve kapıyı açarak içeri girdi. Kendisine güzel bir kitap bulabilmek için tüm kitaplara iyice baktı ve sonuna "İşte bu!" diyebileceği bir kitabı alarak kasaya doğru yöneldi. Kasa da olan kişiyi tanımıştı. Bu, çocukluk arkadaşının babasıydı. Hemen geçmişi yad ederekten konuşmaya başladılar. Az daha adam aldığı kitap için para almayacaktı. Ona arkadaşını sordu. Tatlıcı da çalıştığını söyledi ve tatlıcının yerini tarif etti.

Dükkandan çıktıktan sonra işi istemeyi unuttuğunu hatırladı. Geri dönecekti ama bu işin acelesi yoktu. Tatlıcıya doğru hızlı adımlarla gitti. Bir masaya oturdu ve menüye baktı. Günün spesiyali yazan tabelayı gördü ve tartölet sipariş etti. Bir başka garson ona tatlısını getirdi. Getiren çocukluk arkadaşıydı. Garson önce kızın boynundaki fuları gördü ve tam o anda göz bebekleri bir balon gibi şişti. Kız, ona "Geri geldim. İşte buradayım!" dedi ve boynuna atladı. Biraz çocukluk haylazlıklarını konuştular. Biraz şu an neler yaptıklarından. Biraz gelecekten...

Memleketinin bu sıcaklığını aldıktan sonra bir kez daha başka bir yere gitmemeye karar verdi. Bundan sonra burada çocukluk arkadaşıyla ve memleketinin insanlarıyla kalacaktı. Senelerdir içinde olan o sancı artık dinmişti. Buraya gelmekte geç bile kalmıştı...

6 Şubat 2013 Çarşamba

turuncu, kuzu, güneş

Bugün bu 6. hikayem. Ölüyorum! :D Elimden geleni yapacağım vücudumdaki son damla çakraya kadar sevgili Melekcim!

Sokakta boş boş zaman öldürdükten sonra eve doğru yol aldı. Köy civarında yaşadığı için etrafta bir sürü hayvan vardı. Bunlardan biri de kuzuydu. Kuzu sürüsünü ve onları koruyan çobanı ve çobanın köpeğini gördü. Daha sonra güneşin vücudunu yakması onu rahatsız etti ve gölgelik bir alana geçti. Ağaçların arasında bir hamak gördü ve birazcık kestirmek için hemen hamağa uzandı. Rüyalarını kontrol edebilme yeteneğine sahipti. Bu yeteneğini çok seviyordu. Hemen uykuya daldı.

Rüyasında kuzuların hakim olduğu bir dünyadaydı. Daha doğrusu insanlar yerine kuzular vardı. İnsanların tüyleri yolunuyordu. İnsanları yiyorlardı. İnsanların derisi yanıyordu. Sadece insanların da değil diğer bütün hayvanlara bu aynı şekilde yapılıyordu ve bunları bu canlılara yapan kuzulardı. Kısacası insan ile kuzu yer değiştirmişti. Bu rüyayı insanlara da göstermek niyetindeydi ancak şu anlık rüya ile ilgilenmesi gerekiyordu. Ve bu yüzden bu rüyayı, rüyasında ki kuzulara gösterdi. Turuncu güneş hâlâ bedenini yakmaya devam ediyordu. Hatta turuncu güneş bu sefer sadece sıcaklığa da yaramıyordu. Hatta ve hatta bu güneşin sadece tek bir rengi yoktu. Yeşilden mora, turuncudan siyaha kadar değişiyordu. Her renk değişiminde tüm gökyüzüde güneşe ayak uyduruyordu.

Hemen kuzulara gördüğü rüyayı gösterdi. Bunlardan ders çıkarılması gerektiğini ve tek önemli varlığın kuzular olmadığını diğer yaşayan canlıların da en az kuzular kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı. Kuzular kalın kafalılık edecekti ki birazcık rüya kontrolüyle onlara zeka verdi.

Artık kuzuların egemenliği sona ermişti. Rüyasını beğenmişti çünkü her şey yoluna girmişti ancak gerçek hayatta da bunu yapması gerekiyordu. Tek sorun ise rüyasını kontrol edebildiği gibi gerçek hayatı da kontrol edemiyordu. Önünde iki seçenek vardı ya tanrı olacaktı ya da rüyalarda yaşayacaktı.

Tanrı olmak gibi bir şeyi yapamayacağını düşünüyordu zaten tanrıya inanmıyordu da. Bu yüzden rüyalarda yaşamayı tercih etti. Sürekli uyumaya başladı. Artık uyumak bir yaşam biçimi olmuştu ve uyumayınca bedeni ters tepkiler veriyordu. Rüyalarıyla da her şeyi yoluna koymaya, eğlenmeye, gülmeye devam ediyordu. Zaman ilerledikçe artık sonsuz bir uykuya daldı ve hayata gözlerini yumdu...

Birden gözlerini açtı ve saçlarını karıştırdı. Kalktığı yerden doğrulunca hamakta olduğunu gördü. Her şey bu kadar hızlı olmuştu ama aslında hiçbir şey olmamıştı...

Derken bir kez daha uyandı ve aslında bu gördüğü şeyin son rüyası olduğunun farkına vararak hayata son kez gözlerini yumdu...

gandalf ketumiyet kumanda

Aklına adam akıllı tek cümle gelsin helal lan diyen ite yani Mert'e kapak gibi bir cümle yazdım da onu da hikaye de şey ederim :p

Orta Dünya'dan ve Sauron'dan sıkılan Gandalf zamanda hareket etmek üzere bir zaman makinesi yaptı ve ketumiyetini koruyarak bundan hiç kimseye bahsetmedi. Ancak kumandasını bir anlık dikkatsizliğiyle yere düşürünce kumanda tepeden yuvarlanmaya başladı ve bunu gören köyün haylaz çocukları kumandayı çalıp kaçtılar. Haylaz çocukların peşinden koşan Gandalf çocukları daha fazla takip edemedi. Belli ki yaşlanmıştı. Boşuna onu Gandalf the White diye çağırmıyorlardı. Hemen aklına en yeni büyüsü olan "YOU SHALL NOT PASS!" geldi. Ancak bu büyüyü kullanabilmesi için manasının dolması gerekiyordu. Manasının dolmasını beklemekten sıkılan Gandalf hemen bir pot kullandı ve tüm gücüyle "YOU SHALL NOT PASS!" büyüsünü harekete geçirdi. Bir anda çocukların önünde belirdi ve "YOU SHALL NOT PASS!"diye bağırdı. Çocuklar neye uğradıklarını şaşırdılar ve korkarak uzaklaştılar. Gandalf'ın içi kötü oldu ve hemen havai fişekleri yaktı. Demin korkudan kaçan çocuklar şimdi gökyüzüne bakmış sırıtıyorlardı. Çocuklar kaçarken kumandayı düşürmüştü. Büyüsü işe yaramıştı. Artık zamanda hareket edebilir ve yüzükler yapılmadan bu işe bir son verebilirdi. Daha sonrada Çıkın Çıkmazı'na gidip bir güzel ziyafet çekecekti. Hemen kumandasına bastı ve geçmişe gitti!

Aşk, Tanrı ve Gül

Hawkeye! Selin! Çok tatlı bir şekilde istedi benden ya görmeliydiniz yani. Bir bebek masumluğuyla bende kelime verebilir miyim? dedi. :) kawaiiiiiiiiiii

Her şey Göğün Göbeği'nde yaşayan tanrılardan birinin Dünya'nın merkezinde yaşayan bir insana aşık olmasıyla başladı. Tanrıların Tanrısı böyle bir aşkın olamayacağını söyledi ve kesinlikle onaylamadığını konseye açıkladı! Konseye girmeden önce aşık olan tanrı aşık olduğu insana bir elçi yolladı ve durumdan bahsetti. İnsan dünyanın en güzel kadınıydı. Hiçbir betimleme böyle bir şaheseri tanımlayacak nitelikte değildi. O da güzelliğinin farkındaydı ve zaman zaman "Tanrılar bile bana aşık." derdi. Herkes ona tanrıları kızdırmaması gerektiğini, kızmış bir tanrının Dünya'ya felaket getireceğini söyledi. Ancak güzelliği kadar zekâsı olmayan bu kadın, Tanrılar Tanrısını kızdıracak ve insanlar ile tanrılar arasındaki savaşı başlatacaktı.

Konsey böyle bir şeyin olmasının imkanı olmadığı konusunda bir karar vermişti ve kesinlikle böyle bir şey olamazdı. Ancak sular seller gibi aşık olan tanrının yanında olanlar da yok değildi. Yüce güç bu ne dediğini bilmez tanrıyı sert bir dille ikaz etti! Tanrılar Tanrısı bu insana siyah bir gül gönderdi. Bu gül efsanelere göre kıyametin habercisiydi. Güzelliğiyle dillere destan kadın ise bunu hiçe sayarak aşığını bekledi. Zaten hiçbir insanın ona layık olmadığını düşünüyordu. Bir tanrı tam ona layık bir varlıktı. Güzelliğinden kendi bile etkileniyordu. Ömrünün çoğunu akarsu kenarlarında elinde aynasıyla geçiriyordu. Upuzun saçları sürekli suyun içindeydi. Efsanevi bir güzelliği vardı.

Konumunu hiçe sayan Tanrı ise Dünya'ya görkemli bir iniş yaptı. Aşkları için elinden gelen her şeyi yapacağını ve ne olursa olsun tüm insanlığı da koruyacağını söyledi. Yanında bir kaç Tanrı daha gelmişti. Bir kaç Tanrı ve insanlığın, Tanrılar Tanrısı ve konseyine karşı olan savaşı böylece başlamıştı.

Yıllar süren bu savaşın sonunda tüm evren yok oldu ve büyük bir patlamayla yepyeni bir yaşam alanı meydana geldi. Ancak geriye bir tanrı, iki insan ve görkemli bir efsane kalmıştı. Hiçkimse bu efsanenin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilemeyecekti ancak hiçbir zaman bu destan göz ardı edilmeyecekti...

AT, Kulaklık, Korsan

Şimdi AT ne ulan diyebilirsiniz ama adam "The AT one" olduğu için içine atlık işlemiş yani. MalihulyAT! verdi kelimeleri bizde bir şeyler yapacağız artık. Çok absürd olacak kusura bakmayın.

O bir at kaçakcısıydı. Bütün dünya bu mesleği ondan öğrenmişti. At korsanı dediler. At hırsızı dediler. At herif dediler. Atları kaçırıyordu ve kimse daha sonra o atlara ne yaptığını bilmiyordu. Sizde televizyonlarınızın başından bir an olsun başınızı kaldırıp gökyüzüne doğru kulağınızı uzatırsanız kişneyen atların sesini duyabilirsiniz.

Beraberinde getirdiği atlarla beraber harekete geçti. Hedefinde iki tane at vardı ve bu atlar öyle sizin bildiğiniz atlara benzemezdi. Atlardan birinin tüm vücudunda toplam 64 tane boynuz vardı. Bir diğer at ise kulaksızdı. Bu yüzden yanında o atın kulağını koyduğu bir kulaklık da vardı. Ama ilginçtir ki bu kulakl çok büyüktü ve haliyle kulaklık da. Her yerde bu kulağın sahibi atı arıyordu. Her bulduğu atın önce bir kulağına bakardı kulak var mı diye bir de ata bakardı aradığı kulaksız bu mu diye. Öncelikli hedefi 64 boynuzlu atı bulmaktı çünkü rivayete göre 64 boynuzlu atın on boynuzunda kulaksız atın yerine dair bilgiler vardı. Boynuzlu atın yerini tespit etmişti ve onu pusuya yatırdı. Yanındaki onlarca at ile boynuzlu ata saldırıp onu da ele geçirdi ve bir kaç elf sözü söyleyip onu sakinleştirerek uyuttu. Uyuttuktan sonra boynuzlarını yavaşca koparmaya başladı. İlginçti ki bir külah gibi kırılganlardı ve boynuzları kırmaya atın eyer konulan kısmından başladı. Boynuzlardan çıkan kağıtların birinde; "Efsaneye göre bir at korsanı gelecek ve bu atı daha üstün bir amaç kullanacak!" yazıyordu. Diğer sekiz kağıtta ise 64 boynuzun anlamı ve bu sayının sebebi yazıyordu ancak çok uzun olduğu için kağıtı bir kenara fırlattı. Sonunda son kağıdı bulmuştu. Bu kağıtta atın yeri yazıyordu. Atın sadece alnında bir boynuz kalmıştı. 64 boynuz olmuştu tek boynuz. Tek boynuzlu atına binip dört nala koşarken elinde bulunan kağıdın at dışkısından yapıldığının farkına vardı. Tam atacakken böyle bir şeyin çok normal olduğunu düşündü ve yoluna devam etti. Yerin dibine doğru yol almaya başladı. Allah'ın atının yerin dibinde ne işi vardıysa o da muallaktaydı. Eğer biri ona şaka yapıyorduysa onun da atının cılkını çıkaracağına dair yemin etti. Yerin altmış dört bin kilometre derinliğinde kulaksız atını bulacağını düşünürken kanatsız bir at buldu. Kulaklığındaki kulağı çıkartıp aslında taşıdığı şeyin kulak değil kanat olduğunu anladı. Tek kanatlı bembeyaz ata yanında olan kanatı da dikip tam gaz gökyüzüne doğru uçtu. Tüm atları sakladığı at evrenine geçmek üzere at geçidinden geçti ve at diyarının at kralı olmak için vaad ettiği iki atı getirmişti. Artık at topraklarının "The AT one" ünvanlı kralıydı...

Gökkuşağı, zaman, koku

Bu hikaye Mor, kelebek, korku ve de Kar, Gül, Evren hikayelerinin devamıdır ve sonuncu bölümdür. Bu sefer kelimeleri ronin yerine seferbaz verdi. Hadi bakalım.

Bu küçük kelebeğin hiçbir şeyden haberi yoktu ancak intihar eden kelebek ve onu kovalayan çocuk beraber ölerek bir solucan deliği yaratmışlardı. İkisinin de birbirine olan ihtiyaçları bu ormandaki mor rengin laneti kuralına ters düşmüştü ve bu da zamanda bir delik oluşturmuştu. Kelebek de düşünceler arasında bu tersliği fark etmeden bu delikten geçmişti.

Uyandığında kanatlarını hissetmiyordu. En son gördüğü şeyi hatırlamaya çalıştı. Bayılmadan önce kar yağıyordu. Evet bu olmalıydı. Kanatları buzlaşmış ve donmuştu. Ama şu an yağmur yağıyordu. Yağmur kanatlarını çözmüş ama hareket kabiliyetini de ondan almıştı. Tam bu sırada kanatlarını yiyen böcekleri fark etti. Şöyle bir silkindi ancak kanatları delik deşik olmuştu. Can çekişiyordu. Kaçamıyordu.

Hiçbir şey yapamadığından içinde bulunduğu durumu düşünmeye koyuldu. Nasıl böyle bir şey olmuştu. Rüya mı görüyordu? Bu olanlara anlam veremiyordu. Daha sonar tekrar aklına intihar eden kelebek geldi. Onu tekrar görmüştü. Bu nasıl olabilirdi? Belki de gerçekten de yaşadıkları ormandan başka ormanlarda vardı. Başka yaşam alanları...

Bu sırada değişik bir koku almaya başladı. Daha önce böyle bir şeyi koklamamıştı. Daha önce bir koku onda böyle bir his uyandırmamıştı. Bu kokunun geldiği yöne doğru baktı. Ölmüş olması gereken kelebek gözlerinin önündeydi ve ona bakıyordu. Acıdan tekrar bayılacak gibi oldu. Bu sırada yağmurun durduğunu ve güneşin ortaya çıktığını gördü. Göz kamaştıracak kadar güzel renk şöleni de ardından belirdi. Gökkuşağıydı bu. Gerçekten de çok güzeldi. Efsaneye göre gökkuşağının sonuna giden herkes mutlu olabilirdi. Uykuya daldı...

Tekrar uyandığında bir ağaç kovuğunun içindeydi ve o kelebekte onunla birlikteydi. Hâlâ bu hoş koku burnuna hücum ediyordu. Aynı anda hem tad alıyor hem kokluyor hem hissediyor hem görüyor hem de kelebeğin sesini duyuyordu. Bu çok leziz bir karışımdı. Daha sonra gözü dışarıya doğru kaydı. Su birikintisini ve ondan yansıyan gökkuşağını gördü. Ölmüş olması gereken bu çaresiz kelebeğin isteğini anlamış gibiydi ve onu sırtına alıp gökkuşağının sonuna doğru uçmaya başladı. Artık son zamanlarını yaşıyordu bu küçük kelebek. Yol boyunca gökkuşağına ve kelebeğe bakıp durdu. Renkler yavaş yavaş kaybolmaya başlıyordu ama artık renklerin sonu veya başlangıcı olan yere gelmişlerdi. Dileğini dledi ve hayata gözlerini yumdu...

Zaman bu dileği gerçekleştirmek için tüm dakikalarını, saniyelerini, saliselerini ve tüm zaman zerreciklerini seferber etti. Tüm tarihi lanetsiz bir şekilde yeniden düzenledi. Artık dünyada hiçkimse yalnız kalmayacaktı ve lanet diye bir şey bir daha olmayacaktı...

Nöbet-şeker-okyanus

Bu kelimeleri bana Tuğba verdi. Tuğba diye bahsediyorum sanki askerlik arkadaşımmış gibi ama yok öyle bir şey nerdeyse tanımıyorum bile. Neyse ne yapıyoruz? Ona teşekkürlerimizi borç bilip bu borcumuzu asla ödemeden yazımızı yazmaya koyuluyoruz.

Okyanusun derinliklerinde kendisi gibi ufak balıkların hiçbir zaman bilemeyeceği ve belki de tahmin bile edemeyeceği bir yer vardı. Okyanus Kralı'nın kesin emri vardı. Ama bu emir durup dururken ortaya çıkmıştı. Okyanusun üst kısmından kimsenin denizin derinlerine inme hakkı yoktu. Yılan balıkları birinci kademe nöbetçileriydi. Daha sonra kılıç ve testere balıkları ve bir sır gibi tutulan yerin kapısında ise köpek balıkları yer alıyordu. Derinlerden bir arkadaşı vardı ve ona bilgi sızdırıyordu. Bunlar önemli bilgilerdi çünkü merakını bastıramamaktaydı.

Arkadaşlarıyla bu konuyu konuşmak için hepsini bir araya topladı. Hiçbir arkadaşı ona bu konuda yardımcı olacak gibi gözükmüyordu. Aşağıya gitmekten korkuyorlardı. Haklı ve mantıklı bir korkuydu bu. En azından nöbetçileri atlatmasında yardımcı olmalarını istedi onlardan. Bu konu da hemfikir oldular ve bir süre boyunca nöbetçilerin vardiyalarını izlemeye koyuldular. Bu sırada karınları acıktığı için yanlarına atıştırmalık şeker almışlardı. Yanlarında hem insanların yaptığı şeker, hem de bu şekerden yola çıkarak kendilerinin yaptığı şeker vardı. İkisi de birbirinden lezizdi. İnsanların denize attıkları bir çok şeyden en iyi şekilde yararlanıyorlardı. Sabaha doğru vardiya değişiminde oluşan bir boşluk gördüler ve bunu kullanmaya karar verdiler. İlk kısımdan hepsi beraber geçti ancak yılan balıklarından bazıları elektrik salmışlardı. İçleri bir anlık şoka uğradı. Bir arkadaşı bayıldı ve diğer bir arkadaşı da bayılan arkadaşını eve geri götürdü. Dört kişi kalmışlardı ve önlerinde keskin dişli hayvanlar bulunmaktaydı. Üç arkadaşı da birbirleriyle kavga ediyormuş gibi yaptılar. Nöbetçilerden bir kaçı nöbet yerini bırakıp hemen balıkların yanına geldiler. Arkadaşlarına bakıp onlara içinden teşekkür ettikten sonra ikinci kademeyi de atlayıp en zorlu kısma geldiğinde köpek balıklarını aşmak için iyi bir yöntem düşünmeye koyuldu. Bu sırada korudukları şeyin bir gemi olduğunun farkına vardı. Koskocaman bir gemiydi. İçinde ne olabilirdi ki? Yemek mi? Hazine mi? Şan mı, şöhret mi? Bilmiyordu ama merak ediyordu. Bu yüzden buradaydı ya zaten.

Aklına başka bir şey gelmeyince yeri kazımaya başladı. Yeri kazıyıp gemiye doğru bir tünel oluşturdu. Tüneli yapması günlerini almıştı. Açlıktan kavruluyordu ama sonunda gemiye gelebilmişti. Geminin içine göz gezdirecekken bayıldı.

Gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi ve bu yerin balık hastanesi olduğunu düşündü. O uyanınca hemen krala haber verildi. Kral, ona iyice yaklaşıp can-ı gönülden tebrik etti. Denizin en cesur balığına verilen ünvan olan deniz şövalyesi ünvanını verdi ve kızıyla evlendirme sözü verdi. Derinliklere getirilen bu yasağın tek sebebi kızına layık birini bulma amacıydı. Daha sonra kral doktorlarla bir şeyler konuşup gözden kayboldu.

Deniz prensesi mi? Duyduğuna göre o göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olan harika bir deniz canlısıydı. Rüya gördüğünü düşünüyordu ancak bir süre sonra fark etti ki yaşanılan bu şeylerin hepsi gerçekti.

Kral tüm nöbetçileri geri çağırdı ve yeni bir ferman yayınladı. Artık yasak yoktu ve yeni kral belli olmuştu! Sevinçten dört köşe olduktan sonra hermen arkadaşlarını saraya çağırmak istedi. Kral buna izin verdi arkadaşlarının hikayelerini duydu. Hepsine birer onur madalyası verdi.

Seneler sonra kendisi de böyle bir yöntem kullanıp kızına bir prens arayacaktı ve bu geleneği sürdürecekti...

5 Şubat 2013 Salı

anime,makale,maymun

Bara-chan! Ne yapıyorsun sen?! Can sıkıntının acısını neden benden çıkartıyorsun?!

Çok sevdiği animeleri izlerken kendinden geçmek bir yana kendini unutuyordu. Bir çok kişiye göre bu yaptığı çocukça bir şeydi. Özellikle de 28 yaşında biri için. Bir çok kişi animenin ne olduğunu bilmeden küçümseme adına animeye çizgi film diyordu. Belki çizgilerden oluşuyordu. Haklılardı. Ancak izlemeden yaptıkları yorumlar bir şeyin tadına bakmadan kötü diye yememek kadar önyargılı bir şeydi. Bununla ilgili bir şeyler yapması gerekiyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini hissediyordu. Çocuk olmakla ilgili bir sıkıntısı yoktu ancak çok sevdiği animenin yanlış tanınmasını istemiyordu. Hayatı boyunca sürekli yanlış anlaşılmalarla karşı karşıya kalmıştı. Belki de bu yüzden gazeteci olmaya karar vermişti ve makaleler yazarak insanları bilgilendirmeye çalışıyordu. Bilmemek başka bir şeydi, bilmeden konuşmak bambaşka. Armudu görmeden hayal etmeye kalkışan bir insanın yapacağı en iyi tahmin bir elmayı düşünmek olurdu. Çürük bir elma. Animenin ne kadar güzel bir şey olduğunu herkese anlatmak üzere ayrıntılı bir makale yazmaya oturdu. Yaptığı makaleye japon kültürünü de ekleyerek baş editörün böyle bir yazıyı görmezden gelmemesini garanti etmeye çalıştı. Başarılı da olmuştu. Editörün onayından geçen makalesi yarın sabah yayınlanacaktı. Elinden geldiğince açıklayıcı bir yazı sunduğunu düşünüyordu. Ama her zamanki gibi onu anlamayanlar olacaktı. Ona maymun diyeceklerdi. Beyinsiz bir maymun. Her zaman böyle derlerdi. Hatta bazı insanlar sırf muhalefet olmak için muhalefet olurlardı. Yazıyı bile okumadan tükürürmüşcesine kaba kelimeleri savururlardı. Tek doğru kendileri olan bu insanların onun için hiçbir önemi yoktu. Onlar artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olan kimselerdi. Önemli olan insanları bilgilendirmekti ve bunu başardığını düşünüyordu. Kendisiyle ilgili bir anime olsa nasıl olur diye düşündü ancak bu düşünceyi çabucak aklından attı çünkü bu çok klişe gözüktü. Görmüş geçirmiş insanların "Sana hayatımı anlatsam, on tane film, beş tane de kitap çıkar..." söylemleri gibi bir şeydi bu. Kendisine gülerek uykuya daldı ve mutlu bir rüya gördü...

4 Şubat 2013 Pazartesi

şarkı duygu hayat

Çoğu zaman arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılıyordu ve artık buna alışmaya başlamıştı. Bu yüzden yavaş yavaş etrafındaki insanlardan uzaklaşıyordu ya da etrafındaki insanları kendinden uzaklaştırıyordu. Hangisi olduğuna karar verememekteydi. Zaten bunun da bir önemi yoktu.

Etrafındaki onlarca duygusuz ve sadece kendini düşünen insanı gördükten sonra bu hayatta insana olan inancını da kaybetmişti ve bu yüzden de şarkıların içinde ki duyguları aramaya ve onları birer birer gün yüzüne çıkarmaya başlamıştı. Yavaş yavaş her bir şarkı farklı bir dünya ve her bir dünya da farklı bir arkadaş gibi görünmeye başladı. Artık yüzlerce hatta binlerce arkadaşı vardı ve bu onu mutlu ediyordu ya da sadece kendini kandırıyordu. Hayatta kendine bir hedef koymasının vakti gelmişti. Aksi takdirde kendini kandırması daha fazla sürmeyecekti. Bu konuyu konuşmak üzere arkadaşlarına danıştı. Bir arkadaşı ona, "Find a reason to live." demişti ve bunu duyan diğer arkadaşı da hemen "and find a good one!" diye eklemişti.


Bazen bazı insanlar birden fazla şansı hak ederdi ve insanlara ikinci bir şans vermesinin zamanı geldiğini söylemişti ona diğer bir arkadaşı. Bir çok fikir vardı bu yüzden bir çıkarım yapması saatlerini aldı.

Her bir arkadaşının birbirinden farklı görüşlerini dinledikten sonra bu görüşleri masaya yatırmaya karar verdi. Tüm görüşler aklında dolaşıyordu ancak bütün hepsiyle uğraşamazdı. Bu düşüncelerini sıraya koymak için arkadaşları da melodileriyle ona destek oldu. Uzun bir uğraşın sonunda insanlarla tekrar yakınlaşıp onlara ikinci bir şans vermeyi ve edindiği güzel insan arkadaşlarıyla bir grup kurmayı, daha sonra da bu grup ile arkadaş arayanlara sözleriyle ve sesleriyle yardımcı olmaya karar verdi. Tüm şarkılara ona hayatı daha kolay anlamasında yardımcı oldukları için teşekkür ettikten sonra eskiden kalma tüm duygularını dizginleyip hayatına yepyeni bir sayfa açmak için kendini sokağa attı...

Vasiyetine yazdığı tek şey de cenazesinde şarkı arkadaşları tarafından uğurlanmaktı çünkü onlar olmasaydı hayatını bu denli güzel bir şekilde geçiremezdi. Hayata gülümseyerek veda etmişti...

31 Ocak 2013 Perşembe

Mutsuzluk, umutsuzluk, astigmat

 Öncelikle bu yazının ilk kısmını ablam yazdı. Devamını da ben yazdım. Tabii ki de o çok güzel başladı ancak ben birazcık seviyesini düşürdüm. Benim düşüncem böyle :) Hilal bana ilk başta bu kelimeleri vermişti ve bende ben yazarsam karakteri öldürürüm dedim. Daha sonra farklı kelimeler verdi ama ben bunu ablam ile konuşunca ondan yazması konusunda ısrar ettim. Bir süre yazdıktan sonra bana devretti ve benden hikayeyi mutlu bitirmemi istedi. Ancak ben biraz patakladım karakteri aman neyse işte ortaya böyle bir hikaye çıktı :)
"Bu arada unutmuşum. Bir şey daha diyeyim kendi kısmımı yarım saatten kısa sürede yazdım ama genel olarak hikaye yarım saatten uzun sürdü."

Zzzzzzzzrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Umutsuzluk içinde alarmının kendiliğinden kapanmasını diledi ancak imkânsızdı. Bıkkın bir şekilde yataktan kalktı, el yordamıyla yatağının başından gözlüklerini buldu. 2.5 numara astigmat olan gözlerinin görebilmesi için gözlüklere ihtiyacı vardı. “Hay lanet!” Gözlüklerini takıp alarmı kapattı. Sıkıcı bir gün daha tüm korkunçluğuyla karşısındaydı.
-Tamam, yılmak yok! Her zamanki gibi. Nasıl tahammül ediyorsan öyle.
Hızla yüzünü yıkadı, kahvaltısını yapıp dişlerini fırçaladı. Akşamdan hazırladığı kıyafetlerini robotik bir alışkanlıkla giyip düz uzun saçlarını her zamanki gibi tek ve gevşek bir topuzla arkada topladı. Çıkarken aynada kendisine bakmadı bile.
Mutsuzluk hayatına hâkim olalı çok uzun bir zaman olmamıştı aslında. Sahi ne zamandı? Hayallerini hangi doğum gününde mutsuzluğunun ellerine teslim edip evlat acısı çeken bir anne misali, bakışlarındaki pırıltıyı ne zaman kaybetmişti?
İçinden ufak ve acı bir kahkaha kopardı
-Bakışlarımdaki pırıltı ha? 2.5 numara astigmat gözlerle ne pırıltısından bahsediyorum ben böyle? Gözlüklerim olmadan burnumun ucunu göremezken ve bir kör kadar boş bakarken ne pırıltısı?
Otomatikleşmiş bir şekilde arabasının anahtarını çıkardı, tam düğmeye basacakken birden sanki içinden bir ses saatine bakmasını söylemiş gibi, sanki baştan beri yapması gereken saatine bakmakmış gibi, sanki her gün arabasının kapısını açmadan saatine bakıyormuş gibi…
Sol kolundaki dijital saatine baktı.
7.34 A.M.
Nasıl? 8.30 olmalıydı. Masa saatini zaten 7.30’a kurduğuna emindi. Nasıl olur?
Birden her şeyi hatırladı. Dün gece kış saati uygulamasına geçilmiş, saatler 1 saat geri alınmıştı. Masa saati babaanne hatırası olduğundan kendisinin yatmadan önce geri alması gerekiyordu ama unutmuştu. Kol saati saat güncellemelerini otomatik olarak yapıyordu zaten.
-Lanet olsun! Dedi tıslayarak.
Mutsuzluk, umutsuzluk, karamsar ruh hali yakasını bırakmıyordu bir türlü.
-Ne istiyorsun tanrım? Dedi. Tanrıya inandığından değil, suçlayacak birini aradığından.
Aradaki vakti değerlendirmek için işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Siteden çıkıp caddeye adımını attığında en son ne zaman siteden yürüyerek çıktığını hatırlamadığını fark etti. “Epey uzun zaman olmuş olmalı.” Dikkatlice etraftaki yapıları, yeni açılan restoranları inceledi. Ne kadar da dikkatsizmiş bu yollardan geçip giderken.
-Falcı mı? Böyle açık açık falcı yazan mekanı da ilk defa görüyorum.
Gülümsedi. Neden olmasın? Her şeyde umutsuzluğun imzası varken üstündeki bu mutsuzluğu neden bir falcı almasın? Neden bir yalana inanıp birkaç dakikasını da olsa mutlu geçirmesin?
Dükkana girdi.
Kapıyı açtığında bir çan tıngırdadı kapının üstünde. “Bu kadar klişelik olmaz!” Tahmin ettiği gibi ortamda hiç masa sandalye yoktu. Sadece karşılıklı iki büyük minder ve ortada bir çeşit yükselti. “Sehpaya örtü mü örtmüş? Yok artık.” Yukarı çıkan gizemli tahta merdivenden ayak sesleri geldi. Aşağı inen kadın, Harry Potter ‘da ki beceriksiz falcı hoca Sybil Trelawney, dağınık saçlarıyla, kavanoz dibi gözlükleriyle ve kambur duruşuyla tam karşısında duruyordu. “Yok artık!” Elinde bir cam küreyle fotoğrafını çekmeliyim diye düşündü. Ofistekiler buna inanamayacaklar.
-Hoş geldiniz genç bayan. Dedi beceriksiz hoca. Filmdeki hocanın sesini pek hatırlayamadığından benzeyip benzemediğine karar veremedi bir türlü. Eliyle işaret ettiği yere oturdu usulca. “Sanki oturacak başka yer vardı.” Ortam hafif kasvetlenmişti. Karşısına oturdu ve dikkatle yüzüne bakmaya başladı.
-Eee benn.. Ne çeşit fallarınız var?
-Sizin ihtiyacın olan yalnız bir tane genç bayan. Diğerlerinin önemi yok. Sizin bir el falına ihtiyacınız var.
İtiraz etmedi. Elini uzattı yavaşça. Kadının dikkatli bakışları onu hafif ürkütmüş olsa da kendini 3. sınıf bir korku filminde gibi hissediyordu. İçten içe gelen alay etme isteğini güçlükle bastırıp “Ne görüyorsunuz?” diye sordu. Kadın onu duymamış gibi davrandı. “İşine konsantre olduğunu mu göstermeye çalışıyor?” “her neyse beni yarım saat oyaladığı sürece sorun yok.” Korkmadığını göstermek için o da kadının yüzüne dikkatle bakmaya başladı. Sırasıyla saçlarını, basık burnunu, gözlüklerin arkasından kocaman görünen ama aslında küçücük olan gözlerini inceledi. “Acaba gözlükleri kaç numara?” epey takıktı bu konuya. Kendi gözlüklerinden nefret ediyordu çünkü. Lenslerden iğreniyordu ve ameliyat yaptıracak cesareti yoktu. Hayatının başlı başına umutsuzluk kaynağı bu gözlükler olabilirdi.
Bu düşüncelere dalmışken kadın derin bir nefes aldı. Hazırlıksız yakalanmıştı. Yerinden sıçradığını saklayamadı bile. Kadın kafasını kaldırıp yüzüne baktığında hala göğüs kafesinin hızla inip kalkmasını bastıramamıştı.
-Gözlüklerinnn dedi kadın vurgulu bir şekilde. Yakın zamanda gözlüklerin seni mutlu edecek.
“Nasıl? Sevmediğini anlamış mıydı? Mutsuzluğunun farkında mıydı? Nasıl olur? Yoksa? Daha kötüsü… yüzünde gerçekten de ilk dikkat çeken şey gözlükleri miydi?”
-teşekkür ederim. Deyip alelacele kalktı oradan. Biraz para bırakmıştı ama ne kadar olduğunun o da farkında değildi. Bir sadaka da olabilirdi bir servet de.

Aradan bir kaç gün geçmişti ve her zamanki gibi işini basit ve tek fonksiyonlu çalışan bir robotmuş gibi tüm gününü bilgisayar programı titizliğinde bitirdikten sonra eve gitmek üzere arabasına doğru ilerlerken aklına birden, birkaç gün önce zaman öldürmek için gittiği falcı kadının gözlüğü hakkında söylediği şey geldi. Gözlükler... Bu lanet olası gözlükler onu, hayır, herhangi birini, nasıl mutlu edebilirdi ki? Saçmalıktan ibaret olan başka bir şeydi bu da. Arabasını çalıştırdı ve falı da falcıyı da, yol çizgileri gibi, gerisinde bıraktı. Trafik lambası yeşilden sarıya doğru geçerken, hayatına olan tüm öfkesinin intikamını çıkarırcasına gazı kökledi. Çünkü bir an önce eve gidip yatağına uzanmak ve bu aptal gözlüğü çıkarıp rahatça hayallerine dalmak istiyordu. Arabası son hızla ilerlerken, o kırmızı ışıkta geçtiğinin farkında değildi. Tam da bu esnada sağ tarafından gelen aracın sesini duydu ve son hatırladığı, çarptığı aracın sürücüsüydü.

Gözlerini korkutucu bir karanlığa açmıştı. En azından açtığını sanıyordu. Karşısında karanlıktan başka bir şey yoktu. Gözlerini tekrar kapadı. Bir kez daha göz kapaklarını, dükkânın kepenklerini kaldırırmışçasına ağır ağır kaldırdı ancak sonuç aynıydı. Hiçbir şey göremiyordu! Kulaklarındaki uğultuyu nasıl bastırmalıydı? Neler oluyordu? Gözlüğüne olan ihtiyacı bu kez ona biraz sempati duymasına sebep olacaktı ki sorunun sadece gözlükten olmadığının farkına vardı. Her taraf karanlıktı. El yordamıyla etrafta gözlüğünü aramaya başlad… o da ne? Elini kaldıramıyordu. Hareket edemiyordu. Bu yorgunluk hissi neydi? Dehşet içinde koluna bir şeyin enjekte edildiğini hissetti ve uykuya daldı.
Arabanın içine geri dönmüştü. Gazı kökleyişi, kırmızı ışık, çarptığı arabanın içindeki sürücünün dehşet dolu bakışları. “Aahh… rüya olmalı.” Rüyasında kaza anını film izlermişcesine görebiliyordu. Gözlerine giren, gözlüğünün kırık cam parçalarını ve takla atan arabasının dehşet verici görüntüsü hafızasına bir daktilo misali yavaş yavaş işliyordu. Simsiyah bir kağıda yazılan harfler kıpkırmızı kanın rengiyle dehşet verici bir görüntü oluşturuyordu.

Uyanıp kendine geldiğinde göz kapaklarını gün ortasında güneşe bakıyormuş gibi çok kısık bir şekilde araladı. Bu sefer parlayan renkler görüyordu. Kafası karışmıştı ve tekrar gözlerini kapadı. Uykuya dalmıştı.

Tekrar uyandığında çok daha iyi bir şekilde gözlerini açabilmişti. İlk olarak gözlerini dikmiş ona bakan doktoru fark etti ancak bu işte bir gariplik vardı. Doktor, kaza yaptığı kişinin ta kendisiydi! İşin daha da ilginci bu sefer nasıl oluyordu da görebiliyordu. Ellerini şakaklarına götürdü. Tahmin ettiği gibi gözlükleri yoktu! Doktor ona tüm olan biteni anlattı. Kız tekrar şoka uğramıştı. Duyduklarına inanamıyordu. Kaza yaptığı kişi bir göz doktoruydu ve gözlük camının parçaladığı gözlerini yepyeni ve sapasağlam bir çift gözle değiştirmişti. Doktora bu anlattıklarından sonra binlerce kez teşekkür etti ve aynı zamanda yapılan kazanın kendi suçu olduğunu bildiği için de, doktordan on binlerce kez özür diledi.

Doktor yeni gözlerine alışması zor olacağı için bir süre daha hastane de kalması gerektiğini söyledi. On gün boyunca hastane de kaldı ve bu günlerde iş arkadaşları onu ziyarete geldiler. Taburcu olduktan sonra doktor da ona yardımcı oldu ve bir süre sonra birbirlerine aşık olduklarının farkına vardılar. Aradan iki sene geçti ve evlenmeye karar verdiler. Evlenecekleri gün falcıyı bulup ona teşekkür etmek ve düğününe çağırmak istedi ancak falcıyı yerinde bulamadı. Yukarı bakıp teşekkür etti. İnandığından değildi ya sadece içinde kalmasını istemiyordu. Belki de tüm mutsuzluğu ve umutsuzluğundan hayatında en çok nefret ettiği gözlüğü sayesinde kurtulmuştu ve bunun için minnettardı. Yıllar sonra, işten eve doğru dönerken bir falcı daha gördü. Anıları canlandı. Tam girmeye karar vermişti ki bir kez daha hayatının değişmesini istemediğini düşünüp vazgeçti. Çünkü bu olanların her ne kadar falcı dedi diye olmadığını bilse de gazı köklediği zaman falcıya olan kızgınlığının da bugünlere gelmesinde büyük bir payı vardı. Daha fazla değişikliğe ihtiyacı yoktu. Artık mutluydu! Umutluydu! Ve gözlüksüz de görebiliyordu!
-Daha ne olsun be!

29 Ocak 2013 Salı

Farkındalık, aitlik, karma

Nisa değişik biri. Kelime vermesi bu kadar uzun süren birini daha görmemekle beraber aklından neler geçtiğini de merak ettim bu kelimeleri düşünürken ve benim de şimdi yapmam gereken şey ona layık bir hikaye hazırlayabilmek.


Eğitim gördüğü dojoda bir şeylerin garip gittiğini düşünüyordu. Bununla ilgili bir şeyler yapması gerektiğinin farkındaydı ancak dojosunun da belli başlı inançları ve bu inançlara dair yaşayış tarzları ile birlikte bir de bu tarzları sistematik bir düzene koyan kuralları vardı. Bunlardan biri de karma felsefesiydi. İnsan ne ekerse onu biçerdi. Yapılan iyi ya da kötü her şey dönüp dolaşıp layığıyla kendisine eşit miktarda dönerdi. Evrenin bu sistemi adalete olan inancın asla sarsılmayacağının bir kanıtıydı. Bu yüzden dojonun kuralları da açık ve netti. Bu inancın sarsılacağı düşünüldüğü vakit gereği yapılırdı. Bu gereği yapılması gereken şeyi kendisinin yapmasının zamanı gelmişti. Bu bir farkındalık durumuydu. Etrafında olup biteni tüm bilinciyle açık ve net bir biçimde olduğu gibi büyük bir resim halinde görebilmekteydi.

Bir takım şeytani güçlerin eğitmenini ve eğitim gören arkadaşlarını yavaş yavaş ele geçirdiğini hissediyordu. Oysa kendini bu yere ait hissediyordu ve bu aitliğin bozulmasını istemiyordu ancak yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yapması için doğru zamanı kollamaya başlamıştı. Bedeli neyse ödeyecekti. Dojoda eğitim gören herkesin kaldığı yer aynıydı. Gece vakti geldiğinde tüm samuraylar kendileri için hazırlanan program doğrultusunda yataklarına giriyorlardı. Bir süre sonra herkesin uyuduğuna emin olup tüm arkadaşlarını büyük bir hüzün içerisinde kesmeye başladı. Her kestiği kişinin içinden değişik bir aura çıktığını seziyordu ve bu aura gitgide görülür bir şekle büründü. Bazı genç samuray adayları ölürken çığlık atıyorlardı çünkü daha acıyı bastırmayı öğrenememişlerdi ve aslında çığlık atan kişiler sadece bu genç samuraylar değildi çünkü her kestiği arkadaşı için iç sesi de çığlık atıyordu. Çok acı çekiyordu. Birilerinin uyanacağının farkına varıp odadaki herkesi hızlı bir şekilde kesti. Ancak eğitmenleri odada yoktu ve bunun farkına varınca dışarıya çıkıp onu aramaya koyuldu. Dojoya girdiğinde eğitmenin elinde katanasıyla onu beklediğini gördü. Yorulmuştu ancak amacına ulaşması ve bu ait olduğu yeri huzura kavuşturması için elinden geleni ardına koymamalıydı. Uzun süren çatışma ve kılıç sesleri doğrultusunda eğitmenini yenemeyeceğini anlayıp bilerek katana darbesine karnından yedi. Eğitmenin kılıcını sıkıca tutup kendi kılıcını eğitmenine sapladı. Eğitmen şok içinde öğrencisine bakarken hayata gözlerini yumdu ve korkunç bir aura bedeninden buharlaşırcasına göğe doğru yükseldi. Artık son saniyeleri olduğunu biliyordu. Bu bir farkındalıktı. Ölmesi gerektiğinin bu zor kararı verirken farkına varmıştı. Artık dojosu huzurlu bir yerdi ve kendince doğru olanı yaparak gururlu bir şekilde öldüğünü düşünüyordu. Ancak bilmediği tek şey asıl korkunç auranın kendisinden çıktığıydı... Huzura kavuşturduğu yer aslında huzur içindeydi ancak bunu, şeytani güçler yüzünden farklı bir şekilde görmüştü. Şanslıydı çünkü bunu bilmiyordu... Karma bir şekilde bu hüznünü bu iyilikle dengelemişti...

28 Ocak 2013 Pazartesi

Kar, Gül, Evren

Bu hikaye Mor, kelebek, korku hikayesinin devamı niteliğindedir ve kelimeleri yine Lythrial ve nam-ı diğer adıyla Ronin arkadaşımız vermiştir. Bakalım neler çıkacak :)

Bir süredir bu ormanda yaşamasına rağmen daha önce hiç görmediği renkte bir canlı görmüştü. Hatta böyle bir şeyi işitmemişti bile. Gördüğü canlı da ona dikkatli bir şekilde bakıyordu. Ancak bir anda başını çevirip oradaki bir çiçeğe ayaklarını koyduğunu gördü. Mor rengi bu ormanda akla laneti getiren bir renkti. Böyle bir renk ormanın huzurunu kaçırıyordu. Gördüğü kelebeğin ayaklarını koyduğu çiçeğe daha yakından bakınca bu çiçeğin aslında mor bir gül olduğunun farkına vardı. Dehşete düşecek gibi oldu ancak kendini çabucak toparladı.

Bu kelebeği ömrünün sonuna kadar uzaktan izlemeye başladı ve her zaman ne kadar yalnız olduğunu gün geçtikçe anladı. Onun yalnızlığı ve gözlerindeki hüzün içini ürpertti.

İnsan denilen canlının bu kelebeği kovaladığını gördü. Ancak bir süre sonra insan mor mantarlarla kaplı ağaç köküne takılıp ağaca çarptı ve yere düştü. Daha sonra hayata morararak veda etti. Takip ettiği kelebek ise geri döndü ve uzun zaman sonra tekrar göz göze geldiler. Yüzündeki çaresizliği gördükten sonra onun yavaşca ölüme doğru gidişini izledi. Onu durdurmak için bir şeyler yapamadan o kelebek çoktan yerde yatan çocuğun ağzına girmişti bile.

İşte o anda evrendeki bu adaletsizliği sorgulamaya başladı. Yaşamasının bir amacı var mıydı? Varsa neydi? Neden mor bu kadar kötü gözle bakılan bir renkti? Yoksa böyle kotü şeylerin yaşanmasının tek sebebi bir günah keçisinin mi aranmasıydı? Bu gibi düşüncelerle boğuşurken birden garip bir hisse kapıldı. Kanatlarına tane tane yağan karın farkında vardı ve çok şaşırdı. Kış gelmemişti ancak kar yağıyordu.

Bulunduğu ormanın her yerinin morluklarla kaplı olduğunu görünce az daha kafayı yiyordu. Bir başkası olsaydı şimdiye korkudan ölmüştü. Uzakta bir şey uçuşuyordu ve gözü ona takıldı. Bu beş dakika önce ölen kelebeğin ta kendisiydi. Şok üstüne şok yerken kendinden geçti ve gözleri kararmaya başladı. Artık hiçbir şey göremez olmuştu. Mor toprağın üzerine düştü...

24 Ocak 2013 Perşembe

Işık, karanlık, gölge

Genç adam bilgisayarla uğraşmaktan sıkıldığı için fişi çekip yatağına gitti. Yatakta şekilden şekile girip sıkılırken manevi ablasıyla konuşmaya başladı. Yazdığı blogla ilgili biraz sohbet ettiler. Sıkıntıdan yaptığı ve daha doğrusu yapamadığı bir aktiviteydi bu. Ne kadar kötü yazdığını biliyordu ama can sıkıntısına bir tutam merhem olması için yazmaya devam ediyordu. Acaba kitap yazsam nasıl olur diye düşündü birden. Tavana doğru baktı ve duvarı gördü. "Duvar mı? Meh." deyip lambaya doğru indirdi gözlerini ve o an bir konu buldu. Ablasıyla da bu fikri paylaştı. Başlangıçta 3 ana bölüm, 3 ara bölüm, 3 ana karakter ve 3 yan karakterden oluşacak ve her bölümü 3 kelimeden yola çıkılacak "3" adlı kitabını düşündü. Ancak ablasının da söylediği gibi bu biraz abartıydı. Bu yüzden ışık, karanlık ve gölge adlı 3 bölümden oluşan ve her bölümde 1 karakteri anlatacak olan bir kitap hakkında düşünmeye koyuldu. Ablasına "Ben bunun kitabını yazamam ama bloga bununla ilgili bir hikaye yazabilirim. Ondan sonra kim kitap yaparsa yapsın." dedi. Ablası "Tamam, sen yaz. Ben kitap yaparım." diye karşılık verdi. Kocaman bir gülümsemeyle ablasına iyi geceler deyip kitabı tasarlamaya geri döndü.

Işık bölümündeki kişi ışıktı çünkü herkesten etkilenip kendini göremiyordu. Etrafa ışık saçıp kendi içini karanlıkta bırakıyordu ve aynı zamanda da bir su gibiydi. Kendini bir kalıba sokamayıp oradan oraya akıp duruyordu.

Karanlık bölümündeki kişi de karanlıktı çünkü kendinden etkilenip etrafı göremiyordu. Kendi içine ışık tutup etrafta neler olduğu bilmiyordu ve aynı zamanda buz gibiydi. Kendini tek bir kalıba sokup hiçbir yere akamayıp hiçbir şeyi bilemiyordu.

Gölge bölümündeki kişi ise gölgeydi çünkü hiçbir şeyden etkilenmeyip her şeyi objektif bir şekilde görüyordu. Bir olaya yeterli ışığı tutup ardında beliren gölgeyle her şeyi görüyordu. Ne çoğuydu ne azı. Olması gerektiği gibi.

Çünkü kamaşır gözün ışıkta
Ve körelir gözün karanlıkta

Ancak görebilirsin her şeyi
Saf gölgenin kanatlarında

Kitabını da bu şiir ile bitirmeyi düşündü. Ardından kendisine sen fazla düşünme dedi ve uyumaya çalıştı. Sabah kalktığında yaptığı ilk iş bu düşünceleri bloguna geçirmek oldu.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Otobüs, Çiçek, Bulut

Pisbaz iş başında  Güzel kelimeler bunlar diyorum yapmayın. :D


Yolculuk etmeye, gezmeye bayılırdı. Manzarayı izlemek kadar keyifli bir şey yoktu onun için. Kendi ülkesinde hemen hemen her yeri bilirdi. Yurtdışına da yolculuk ederdi. Doğaya bayılıyordu. Gene bu yolculuklarından birindeydi  Genelde otobüsü tercih ederdi çünkü uzun yollarda görülecek manzara çoktu. Zaman zaman büyük şehirlerden uzakta bir köy yaşamı sürmek ya da küçük bir kasabada sıcak insanlarla beraber tüm kasabanın aile gibi oldukları o hayatı yaşamayı isterdi. Anne ve babasını kaybettikten sonra bununla ilgili düşünceleri daha da yoğunlaşmıştı. Dünya'nın çeşitli yerlerinden kayda aldığı görüntülerden film yapar ve geçimini bununla sağlardı.

Gene bir yolculuk vaktiydi ve görülecek manzaralar vardı. Gözden kaçırmak istemediği şeylerin listesini çıkartıyordu. Tur gezisiydi bu. Genelde böyle şeylere katılıyordu. Otobüs hareket haline geçti ve büyük şehrin tozundan kirinden yavaş yavaş koptu. Ve şimdi uçsuz bucaksız alanların vaktiydi. Bulutlar grileşmeye ve devamında da küçücük damlaları toprağa doğru bırakmaya başladı. Yağmuru izlemeyi, ıslanmaktan daha çok severdi. Zaten bütün yaşamı da gözleme dayalı olduğu için kişiliğine de bu daha çok uyuyordu. Yağmur bulutları birazcık kenara çekilip gün ışığına yer verdi. Güneş içtenlikle gülümseyip bulutlara selam verirken dünyaya doğru da el sallamaya başladı ve bu iki güzellikten bir gökkuşağı doğmuştu. Gökkuşağının nerede bittiğini görebilmek için gözleriyle renklerin sonuna doğru gitti ve uçsuz bucaksız çiçek tarlasını gördü. İçi huzurla doldu. Tüm bunları bir yandan kayda da almıştı. Çok güzel görüntüler elde etmişti her zamanki gibi. Kimisi için bir şey ifade etmeyebilirdi ancak onun için çok anlamlıydı. Birden başını sağa sola salladı ve düşünceleri bir kenara koyup manzarının tadını çıkarmaya devam etti...

1.ışık 2.çocuk 3.dünya

Özgeciğim verdi kelimeleri umarım yazabilirim bir şeyler, güzel bir şeyler. Çok güzel kelimeler vermiş bana ancak bu kadar güzel kelimeler ki benim olumsuzluğumda yok olup gidiyorlar. Umarım öyle olmaz :(


Küçük ve küçüklüğünün getirdiği doğal merak ile sorgulayıcı bir çocuktu. Her çocuk gibi o da annesine, "Anne, bu ne?" , "Anne, şu ne?" , "Bunlar neden böyle?" gibi sorular sorardı. Dünya'yı tanımaya çalışıyordu bu nedenle gıcıkca sorular değildi bunlar aksine gerçekten de her şeyden bilgi koparmaya çalışan zeki bir çocuğun sorularıydı. Bu zekiliği onun hayal dünyasını da zenginleştiriyordu. Ve çocukluğun getirdiği saflık da vardı üzerinde. Tanıdığı herkese gökyüzünü sorardı. Onlara yıldızları, güneşi, bulutları, ayı sorardı. Sabahları çok severdi. Bu yüzden havanın kararmasını ve yağmuru sevmiyordu. Sadece yağmuru değil suyu da sevmiyordu. Bir kedi gibi, duş zamanı geldiğinde annesinden kaçardı. Ve geceleri gökyüzüne baktığında ayı ve yıldızları düşünürdü. Karanlığın içinde yalnız olduklarını hisseder ve onlara yardım etmek isterdi. Bu hissi biliyordu çünkü kendisine de geceleri ışıksız uyuyamıyordu. Gökyüzüne yardım edebilmek için büyüyünce bilimadamı olmaya karar vermişti. Çok çalışıp yıldızı ve ayı yalnızlığından kurtaracak, onlara ışığı verecekti. En büyük hayali buydu...

17 Ocak 2013 Perşembe

Duvar , kafa , deli

Tosuncum verdi kelimeleri bana ve dedi ki niye geldi aklıma hiç bilmiyorum valla ben de dedim ki aslında bu beni andırıyor çünkü lise de deli dediler bana aslında hep diyorlar ya aynı zamanda dershanede kafamı duvara yaslıyorum diye duvar lakabı da takılmıştı ya bana artık bunların bir önemi yok.


Hareket etmeyi o kadar çok severdi ki durunca canı sıkılır ve içine kapanırdı. Böyle zamanlarda duvarlar üzerine doğru usulca sokulduğunu hisseder ve bir an önce hareketsizliğin boğucu ve adeta denizci düğümü gibi sıkılmış iplerinden kurtulmak isterdi. Ağır ağır çıkamazdı o asla merdivenleri, üçer üçer, beşer beşer hoplaya zıplaya çıkardı. Durmak nedir bilmezdi. Ancak durmanın ne demek olduğunu öğrenecekti. Daha annesinin karnındayken bile savurduğu tekmeler ile kadıncağıza bir türlü rahat vermezdi. O kadar çok hareket ediyordu ki artık hareket ederken bile ona zaman durmuş da kıpırdayamıyormuş gibi gelmeye başlamıştı. Sanki altında bir koşu bandı varmış da olduğu yerde duruyormuş gibi tüm çabalarının boşa olduğunu hissediyordu. Koşuyordu ancak bu ona yetmiyordu. Yavaş yavaş delirmeye başladı. Sokak deyimiyle kafayı üşütmüştü. Koşmanın yeterli olamayacağına karar verdi ve uçmaya çalıştı ancak havada süzülemiyordu. Yer çekimi onu kontrolü altına almıştı. Bu esnada dört bir yandan gelen duvarlar onun kafasını, kafasındaki düşünceleri, içini ve hareket kabiliyetini kısıtlıyordu. Simsiyah yol kıpkırmızı olacaktı. Delirmenin bedelini hayatı ile ödeyecekti. Bunlar onun son düşünceleriydi. Yere düştü, duvarlar kapandı, hareket sona erdi.

Ancak hayat ile verdiği büyük mücadale sonucunda komadan uyanmıştı. Tüm bu hareket mücadelesi komadaki hayatında aklının ürettiği bir düşten ibaret olduğunu uyanınca anlamıştı. Artık o çok sevdiği hareketleri yapabilirdi. Özgürlüğüne kavuşacaktı...

15 Ocak 2013 Salı

iyi, kötü, çirkin

mutlukediden yani çağlardan geldi bu üç kelime benim satırlarıma. Birileri verecekti bu üç kelimeyi eninde sonunda o da zamanının bir kısmını filmlerle geçiren kişiden geldi. Bakalım benden ne çıkacak...

İyi, kötü ve çirkin adlı üç arkadaş kabilelerinden kovulmak için iyi, kötü ve çirkin gibi davranıyorlardı. Bunlardan iyi olanı herkesle iyi geçinip, herkese iyi davranıyordu. Ancak kötülük soyundan geldiği için dışlanacaktı ve o da bunu istiyordu. Kötü olan ise iyi olanın yaptığı her şeyi tersine çeviriyordu. Herkese kötülük yapıp onları zor duruma sokuyordu. İyi ve kötü sürekli bir mücadele içerisindeydi. Kötü ise hoşgörü soyundan geliyordu ve bu yaptıkları hiçte hoş görülecek şeyler değildi. Ve arkadaşları çirkinin aslında yapması gereken hiçbir şey yoktu. Güzellik ailesinin doğan tek çirkin çocuğu olmakla beraber çirkinlik ailesinden bile çirkindi. Çünkü amacı çirkin olmaktı. Bu kısıtlamalardan bıkmıştı. Bu basmakalıp şeylerden bıkan sadece kendisi değildi. Kişilik okulunda tanıştığı iyi ve kötü de aynı fikirdeydi.


Üçünün de ortak özelliği olan şey aslında kişiliklerinde bulunan diğer özelliklerdi. Ve biraz olsun farklı davranmak istiyorlardı. İstedikleri gibi yaşamak istiyorlardı. Gerçekleri günyüzüne çıkartmalılardı.

Kişilik okuluna gittiklerinde birbirlerinin benliklerini görebildiler. Çünkü onlar önyargı ile bakmıyorlardı. "Sen şu aileden geliyorsun bizden uzak dur, çirkin!" ya da "Senin gibi kötü insanlarla konuşamayacak kadar iyiyim ben!" diyenler gibi değillerdi. Zaten yaptığı şeyin kötülük olduğunu bilmeyip her tarafta iyi olduğunu söyleyen birer gösteriş sürüsünden ibaretlerdi.

Birbirlerini görür görmez tanışıp planlarını geliştirdiler. Ve bu kabileden atılmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Kabile başı "Yürüyen Kişilik" bu üçünü köyden kovdu. Ve bu üç arkadaş gerçek kişiliklerini birleştirip yepyeni bir kişilik ile köylerine geri geldiler. Herkese yabancı gibi gözüken bu tek benlik Adalet'i temsil ediyordu. Kabileye adalet getirdiğini söyleyen ve yüksek mertebeden olduğunu iddia eden "Doğruluk Abidesi" unvanlı kişi olarak tanıttılar kendilerini. Ve tüm kabileye gerçekleri anlattılar. Yapmak istediklerini yapıp istedikleri biri oldular. Ailelerini benliklerine kavuşturdular...

14 Ocak 2013 Pazartesi

mikrop,kardeş,bardak

Derslerle kafayı bozmakla yükümlü olan isuramunobara'nın yani ablamın, bir bardak su içerken verdiği kelimeler olabilir bunlar ancak bilerek vermiş de olabilir yani şöyle bir hikayeyi öngörmüş olabilir;


İki farklı mikrop türü kendi neslinden kaçıp, kendi hayatlarını kurmak üzere bembeyaz bir yolun üzerinde hareketlerine başladılar. Bu mikroplardan birinin yapısı gereği kötü huylu olması gerekiyordu ancak ailesine sırt çevirdiği için DNA'sında bir takım değişiklikler olmuştu. Diğer mikrobumuz ise doğuştan iyi huyluydu. Bu mikroplar bir süre hareket ettikten sonra artık hareket edemediklerinin farkına vardılar. Hem yorulmuşlardı hem de üzerinde durdukları fayansa bir bardak ters olarak kapanmıştı. Bu iki mikrop da fırsat bu fırsat deyip çoğalmaya başladılar. Ortaya değişik türler çıkıyordu. İyi mi dersin, kötü mü dersin, ne olduğu belli olmayan ile beraber hedefi olmayan mikroplar mı dersin...


Yığınla mikrop ortaya çıkmıştı ve bu yüzden bardağın içinden bir sürü ses yükselmeye başlamıştı. Bir grup mikrobların ele başı, "Kardeşlerim, gelin tüm canlıları yok edelim! Milyonlarca yıldır biz vardık! Hep de biz olacağız! Onları yok etmeliyiz! Önümüze kim çıkarsa çıksın affetmemeliyiz!" diye bağırıyordu. Bu mikroplar bardağın en üstündelerdi. Ancak şu an ki bardağın konumuyla en alttalardı. Buna karşılık iyilerin komutanı söz aldı, "Sevgili kardeşlerim, annelerim, babalarım, dedelerim, torunlarım! Biz hep vardık ancak, büyüklerimizin de anlattıkları gibi biz tek iken yalnızdık! Yalnızlık nedir bilmeyen varsa nesillerimizi araştırsınlar! Daha akıllı davranmalıyız! Kimseye zarar vermemeliyiz! Aksine herkese yardım etmeliyiz!" diye konuştu. Bu mikroplarda hemen hemen kötülerle eşit sayıdalardı.

Bardağın en alt kısmında ise hiçbir şey umrunda olmayan ve akraba evliliği diye terslenmiş bir takım ne olduğu belli olmayan kesim vardı. Onları oraya terk etmişlerdi. Hemen karşılarında ise hayattan ümidi olmayan ve bir an önce ölmek isteyen mikroplar yer alıyordu. En orta da ise bu 4 kesimden genel olarak daha zeki olan mikroplar kendi hedefleri üzerine planlar ve deneyler yapıyordu. Herkesin işi başından aşkındı. Ancak kimisinin söz almaya bile hakkı yoktu.

Büyük bir el bardağı aldı ve soğuk su ile doldurdu. Bir çok mikrop soğuk suya dayanamadı ve hiçbir işe yaramadan öldü. Bir kaç bilimmikropu ise icat ettikleri şeylerle insana etki etmeye çalıştılar. Ancak tüm bu saldırı ve iyileştirme çabaları birbirini nötrledi. İnsan ise hiçbir şeyden habersiz suyunu içti. Bu sefer bardağı düz bir şekilde fayansın üzerine koydu ve gözden kayboldu.

Bardağın altında bir iki adet soğuğa dayanıklı mirkop kalmıştı ve kardeşleri için üzülüyorlardı. İkisi kardeş değillerdi ve farklı ebeveynlerden geliyorlardı. Aynı zamanda yanlarında akraba evliliği olduğu için terk edilmiş bir mikrop duruyordu. Öyle olmalıydı çünkü onu tanımıyorlardı. Ancak ondan başka kimseleri de yoktu. Onu da yanlarına aldılar ve yeniden göçe başladılar... Atalarının yaptığı gibi kendilerine yepyeni ve bembeyaz bir sayfa açtılar...

13 Ocak 2013 Pazar

aşk televizyon mama

Saçmasapan şeyler yahu. Mama nedir? Tamam nedir biliyoruz ama. Nedir yani. Hani. Yani. Ne aşktan anlarım. Ne yemekten. Ne de televizyon izlerim. Gıcıklık yapmak isteyen Büşra'ya hak ettiği hikayeyi yazdım. Yazmadım bile yani klavyenin üstüne kediyi bıraktım o yazdı bir şeyler.


Zong. Zong. Zong. Ve o rahatsız edici ses. Her sabahki gibi gene aynı saatte çalmıştı. Elini yüzünü yıkadı. Sütü ısıtıp mısır gevreğini kaseye koydu. Isınan sütü de kasesine boşalttı. Yavaşca yemeğini yedi. Bu sırada kedi mamasını da kedisinin kabına koydu. Üstünü giyindi. Ne giydiğinin bir önemi yoktu. Rastgele bir gömlek ve etek aldı. Kapıyı çekti. 2 defa kilitledi. Merdivenlerden aşağıya indi. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırdı. İşe gitti. İşten çıktı. Eve geldi. Asansörü kullandı. Kapıyı açtı. İçeri girdi. Üstünü değiştirdi. Soyundu. Duşa girdi. Çıktı. Saçlarını kurulamadı.  Bir süre çıplak dolaştı. Televizyonun karşısına uzandı. Bir savaş filmi. Bir magazin programı. Bir aşk filmi. Gereksiz şeyler dolusu aptal kutusu olan televizyondan ne beklenirdi ki zaten? Beklentisi yoktu. Zaman geçiriyordu. Kedisinin miyavlamasını duydu. Ona yemeğini verdi. Bu sırada üstünü giyindi. Bu sefer koltuğa oturdu. Kedi kucağına geldi. Birazcık sevdi onu. Sonra bıraktı. Yatağına geçti. Geç olmuştu. Yarın iş vardı. Uyumalıydı. Uyudu. Zong. Zong. Zong. Tüm hayatı böyleydi. Arkasında ki anahtar kısmı bir ömür boyu kısıtlı hareketlerle hareket etsin diye çevrilmiş bir oyuncakdan farkı yoktu. Her şey çok sıradandı. Ve böyle olmaya devam etti.

12 Ocak 2013 Cumartesi

kulaklık su katarakt

Gizemden antin kuntin kelimeler :D neyse bakalım.



Kendine Doktor diyordu. Başkaları onu tanısaydı, onlardan da doktor demelerini isterdi. Büyük bir amaca hizmet ettiğini düşünüyordu. Modern Frankenstein olmak istiyordu. Bunun için de geceleri, önceden belirlediği bir kişiden bir organ alıyordu. Geriye sadece göz kalmıştı. Hedefinin evine girecekti. Dışardan eve göz attı. Sessizdi. Bir odanın ışığı yanıyordu. Bu güzeldi. İşini rahatlıkla halledebilirdi. Kapıyı çaldı. Ve otların arasına girdi. Bekledi bekledi ancak kapıyı kimse açmadı. Evde hareket yoktu. Bir kez daha çaldı. Sonuç aynıydı. Pencerelere baktı. Bir pencerenin açık olduğunu fark etti. Kim bilir belki diğerleri de açıktı ancak diğerlerini kontrol etmeye gerek yoktu. Pencereden içeri sessizce girdi. Masa da oturan adam hiç kıpırdamıyordu. Ölü gibiydi. Kulağındaki kulaklıkları fark etti. Bu harikaydı. Bugün çok şanslıydı. Adamın önünde bir bardak su gördü. Ve susadığını fark etti. Önce işini bitirmeliydi. Adamı öldürmek üzere susturuculu silahını çıkardı. Gözüne zarar vermemeliydi bu yüzden adamın kalbine nişan aldı. Ve ateş etti. Adam ölmüştü. Yavaşca adamın gözlerini çıkardı. Gözler zarar görmedi. Harika bir cerrahi operasyon yapmıştı. Ancak gözlerde bir sıkıntı var gibi duruyordu. Vardı da. O gözler katarakttan körelmişti. Katarakttan gözleri kör olmuş bir adam gecenin bir vakti kulağında kulaklıkla ve evde tek başına müzik dinliyordu. Ne garipti. Masanın üzerinde duran gözlere, kulaklığa ve bir bardak suya baktı. Evet susamıştı. Suyu aldı ve içti. Şimdi de bardağı, kulaklığı ve kataraktlı bir çift gözü düşündü. Ne olacaktı bunlara? İşi berbat olmuştu. Sinirlendi. Kulaklığı yaktı. Gözleri ezdi. Bardağı kırdı. Ve girdiği pencereden geri çıktı.

11 Ocak 2013 Cuma

edebiyat bisiklet nihilizm

hollowjanai dedi bana bu üç kelimeyi. Adeta beni gebertmeye çalışıyorlar. Umarım okunası bir şey yazabilirim.


Çok sevdiği iki şey vardı. Bunlardan biri bisikletiydi. Bisikletiyle gezmek, rüzgarı teninden hissetmek... Her şeyi unutuyor ve kendini rüzgara ve onun ellerine bırakıyordu. Harika bir histi rüzgarı kucaklamak...

Bir diğer sevdiği şey ise kitaplardı. Kitap okurken onu dürtseniz de karşılık alamazdınız. Deprem olsa ruhu duymazdı. Yer yerinden oynasa kılı kıpırdamazdı. Öyle seviyordu kitapları. Bu yüzden de edebiyata bayılıyordu.

Bir nihilist gibi düşünmek asla istemezdi. Çünkü Nihilizm'e göre hiçbir şey yoktu. Ancak o, iki değerli şeyinin var olmamasını asla istemezdi.

Bir çok kitap okumuştu. Bir çok fikir görmüştü. Bir çok teori ve bir çok deney duymuştu. Kafasındaki tüm bu şeyleri de bisikletinin üzerindeyken toparlardı. Rüzgarla bir bütünken kafasındaki gereksiz düşünceleri boşaltır ve düşünmesi gerektiği şeyi düşünürdü.

Rüzgardan oluşan bir evren onun isteyeceği bir şeydi. Yüzde yüz rüzgar! Hava da bisikletle süzülmek... Bunun bir yolunu bulacaktı. Tüm çalışmalarını bu yolda yapacaktı. Bu yüzden de bilim ile ilgili kitaplara yönelmişti. Kendi elleriyle kendisi, bisikleti ve kitapları için bir evren yaratacaktı.

Gece gündüz bunun için mücadele ediyordu. Öyle ki, artık ne kitap okuyordu ne de bisiklet sürüyordu. Bir şeyler kanıtlamaya çalışrken en çok değer verdiği şeyleri bir kenara fırlattı. Gözünde ki hırs ve açgözlülük onu kör etmişti. Çalışmaları çığırından çıktı. Kitaplarını kaybetti. Bisikletini kaybetti. Kendini kaybetti. Ve daha da önemlisi, rüzgarını kaybetti... Ve bir hiç oldu. Ne ironikti ama. Hiççiliğe bu kadar karşıyken bir hiç olmak...

taş kağıt makas

Doğa'nın aklına ilk bunlar gelmiş. Ben saçmalamasını çok iyi bilirim, bilesiniz!! :D


İkisi de birbirlerini seven iki yakın arkadaştı. Güzel bir gün geçiriyorlardı. Onlar için beraber olduktan sonra her gün güzeldi. İkisinin de doya doya saçmalayabildiği bir arkadaşı vardı. Birbirlerini seviyorlardı. Bugün de canları bir şeyler yapmak istiyordu. Asla fikirleri tükenmiyordu. Kimin fikrini kullanacaklarını tartışmıyorlardı. Bunun için bir yöntem geliştirmişlerdi. Taş kağıt makas oynayacaklardı. Artık bu, oyundan öte bir pusula haline gelmişti onlar için. O kadar çok kullanıyorlarda ki bu yolu, ikisi de birbirlerine oyunun içinden lakap seçmişlerdi. Birinin adı Rock idi. Diğerinin adı Scissors. Ve oyun başladı.


Taş, kağıt, makas!

Rock, taş yaptı.
Scissors, taş yaptı.

Bir kez daha denediler. Bu sefer bir kazanan vardı. Rock, makas yapıp, kağıt yapan Scissors'ı yenmişti. Rock, "Senin yapmak istediğin şeyi yapalım." dedi. Scissors şaşıracak gibi oldu ancak toparlanıp güldü. Çünkü o da kazansaydı aynı şeyi söyleyecekti. Rock bunu anladı. Ve ikisi de aynı anda "Artık yeni bir yöntem bulalım!" diye bağırdılar. Ve yeni bir oyun, yeni bir yöntem, yeni bir pusula arayışına girdiler.

Mor, kelebek, korku

Özene bezene seçmiş Lythrial arkadaşımız bunu. Umarım bununla ilgili bir hikayesi yoktur. Çünkü benim yazacaklarımdan nefret edebilir :p etmez ya ne takacak o :D olsun. Olmasın. Ne yazıcam lan ben?!



Kozasından yavaş yavaş çıkmaya çalışıyordu. Aslında elinden geleni yapıyordu. Ancak bu iş hiçte kolay değildi. Kozasını sonunda açabilmişti. Kanatları olduğunu fark etti. Acaba bunlar ne işe yarıyorlar diye düşündü. Kozasından koptu ve aşağıya doğru düşmeye başladı. Ve birden kanatlarının ne işe yaradıklarını anladı. Uçabiliyordu. Ancak ne hızlı ne de yavaş bir uçuştu bu. Ahenkli ve ritimli bir şekilde süzülüyordu rüzgarın yolunda. Ormanın içerisindeki diğer hayvanları gördü. Herkes iç içeydi. Havada uçuşan ve kendisine benzeyen canlıları gördü. Bunlardan bir tanesine pür dikkat kesildi. Ve ona karşı bir his doğdu içine. Ne olduğunu anlayamadı. Bu yaşamda daha yeniydi. Bir çiçeğe ayaklarını koydu ve içi garip oldu. Bir şeylerin tadını almayı öğrendi. Kanatlarını çırptı ve dolaştı...

Aradan günler geçti. Bir çok kelebek gördü. Ancak çoğu doğduğu gibi ölüyordu. Ve hiçbirinin rengi kendisininkine benzemiyordu. Mor. Bu yüzden kendisini yalnız hissediyordu. Bazen sonsuza kadar yaşayacağını ve etrafındaki her şeyin çürüyüp gideceğini düşünürdü. Lanetlendiğinden korkardı. Daha fazla yaşamak istemezdi.

O güne kadar hiç görmediği bir canlıyı gördü. Onu gördü çünkü o canlı tarafından kovalanıyordu. Bu canlıyı ormandaki diğer hayvanlardan duymuştu. İnsan deniliyordu onlara. Başlarda eğleniyordu. İnsan da mutluydu. Ancak koşmasına fazla odaklanmış olacak ki yer de duran ağaç kökünü fark edemedi. Köke takıldıktan sonra önünde duran ağaca çarpmak üzere havada süzüldü. Çocuğu korku sardı. Zarar görmek, ölmek istemiyordu. Ancak korkulan oldu. Ağaca çarptı. Yere düştü.

Kelebek bu olanların farkında değildi. Hâlâ kovalandığını sanıyordu. Çocuğun yüzü ve elleri morarmaya başladı. Çünkü yerde duran taş akciğerine zarar vermişti. Nefes alamıyordu. Kelebekse artık yorulmuştu ve bir ağaç dalına kondu. Etrafta insanı göremedi. Bir süre soluklandıktan sonra insanı aramaya koyuldu. Ona bunu daha sonra tekrar yapmak yapalım diyecekti. Ancak onu bulduğunda gördüğü manzara ile şoka uğradı. Çocuk mosmor bir şekilde yerde yatıyordu ve üzerine bir kaç hayvan üşüşmüştü. Kendini gerçekten hiç sevmiyordu. Her şey o lanetli morun suçuyudu. Artık canına tak etmişti. O da ölecekti. Zaten fazla bile yaşamıştı!

Bu düşünceler ile boğuşurken kendisine benzeyen bir canlı gördü. Ona karşı bir his uyanmıştı içinde... Bu hisi tecrübe ettiğini hatırladı. Bu hissi ve bu canlıyı biliyordu. Ancak anlamıyordu. Başını çevirdi ve çocuğun ağzına doğru süzüldü. Diğer canlıların kendisini fark etmeden yiyeceği o anı bekledi. Bunu hak ettiğini düşünüyordu. Çiğ çiğ yenmeliydi. Etrafa saçtığı korkunun kefaretiydi. Beklediği oldu ve hayatı sona erdi...

Ağaç yağmur duvar

Soyutsal coşmak istiyorum dediğim Candan bana bu kelimeleri verdi. Tahminimce ilk gördüğü iki şey yağmur ve ağaç idi. Duvara da yaslanıyor olabilirdi. Olmayabilirdi. Bilmiyorum. Değişir bunlar.
Bu sefer bir şeyler çıkartamayacağım gibime geliyor da bakalım. Gerçi ben yağmuru çok severim ve tüm konu yağmura kayabilir.



Yürümeyi ve oturmayı pek sevmezdi. Ya uzanacak ya da yaslanacaktı. Başka türlü rahat edemiyordu. Sırtını üşütmeyen ve acıtmayan bir duvar bulmuştu kendine. Bir ağaç da rüzgarı engelliyordu. Rahattı ve tek istediği şey ise rahatlamak ve rahatlatmaktı. Gitti ve duvara yaslandı. Kendini düşüncelere teslim etti.

Ne yaşantısından memnundu. Ne yaşananlardan. Belki de onu rahatlatan tek şeydi yağmur. Yağmur tertemizdi. Yağmurun vücudundan dolaşmasını da seviyordu. Aşk dedikleri şey belki de buydu. Birinin yanında rahat hissetme. Dostlarınla rahat hissedebilirsin ancak bir kişiyi her zaman önemli kılarsın. Bu inanma ihtiyacına benzer bir şey. Hiç kimse yanında olmasa bile birinin orada olduğunu bilmek. Seni her zaman dinleyeceğini bilmek. Cevap vermese de kalbinde bir sıcaklık hissetmek...

Hepsi saçmalıktan ibaretti. Beyin. Beyinden korktuğu kadar ona hayrandı da. Düşünceleri o üretiyordu. Belki de insanlar böyle sanıyordu. Hiç bir şeye anlam veremiyordu. Tüm bu düşünceler içerisinde karmakarışık bir labirentin içerisindeyken, yanında durduğu ağacın yaprağından akan bir damla su onu kendine getirdi.

İşte yağmuru sevmek için bir başka sebep! Onu labirentten çekip almıştı bir yağmur damlası. Ve artık kendini yağmura bırakmıştı. Bedenine gelen damlalara. Yere çarpınca çıkan sese. Yanağından süzülen suların dudağına okşamasına... İstediği şeyi biliyordu. Su birikintisi olup buharlaşmak ve bu anlamsız hayatta, sorunlarla debelenen insanları bir an olsun rahatlatabilmek... Onların da bu güzelliğin farkına varabilmesini sağlayabilmek... Bir anlığına onları koşuşturmacalarından çekip etrafı görmelerini sağlayabilmek... Yağmuru ve diğer güzellikleri onlara anlatabilmek!..