29 Mart 2013 Cuma

Araf- Hüzün - Papatya

Araf takıntısıyla bilinen :P glikoza-chan(kawai :p) verdi bana kelimeleri. Bu sefer öldüreceğim birilerini nihoho

Gözlerini açmakta zorlanmasına rağmen onların orada olduğunu hissediyordu. İşte ilk dostu oradaydı. Ölüm ve yaşam üzerine hiçbir takıntısı bulunmayan ve hayatı oluruna bırakan ilk dostu. Onu her zaman ilginç bulmuştu. Ölsem üzülür müydü diye düşündü. Yüzünde belirmeyen ama derinlerde bir yerlerde acısını belli eden bir gülümseme tavrına büründü acı içinde açılmaya çalışan gözleri. Bir diğer dostu vardı onun yanında, sürekli yaşamdan sonrasını düşünen ve bu yüzden hayatında hep doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan dostu. Gözlerinin önüne bu ikilinin hayat ve sonrası hakkındaki tartışmaları geldi. Biri hayatın ciddiye alınmamasını söylerken bir diğeri de hayatın sınav olduğuna dair bir şeyler söylüyordu ve bu ikisini izlemek kadar keyifli bir şey daha bilmiyordu bu hüzünlü gözler... Ailesi yanındaydı bir de. Dostları olarak gördüğü ailesi. Zaten başka da kimse yoktu gelen. Başkasına da ihtiyacı yoktu zaten. Artık son demlerindeydi yaşamının. Gitme vakti gelmişti ama kalmakta istiyordu haliyle. Arkasında bırakmak istemediği dostları vardı. Hemşire girdi bu sırada içeriye ve sildi çapaklı gözlerini bu yorgun adamın. Bir ışık parladı sanki de yaktı gözlerindeki pası, kiri. Şimdi son son bakıyordu sevdiklerine ve daima seveceklerine. Gitmeden son kez düşündü hayatını ve geldi film şeridi gözlerinin önüne. Artık gelmiş miydi geçmenin zamanı, yoksa geçmiş miydik çoktan bu kıldan ince köprüden? Gitmek ve kalmak arasında kalması ona arafı da hatırlatıyordu haliyle. Baktı inançlı dostuna bu fikirle. Gördü dudaklarından dökülen kelimeleri ve bu kelimeleri taşıyan harf trenini. Tren sağından gelmeye koyuldu ve girdi kulağına. İyi dilekler vardı bu trende bir kaç dua ile birlikte. Başını trenin geldiği yöne doğru çevirince gördü papatyayı ve gözlerinin önünde ikinci bir film canlandı. Daha bitmemişti seri belli. Yaşananlar bu kadar kısa süremezdi. Belki de gerçekten arafın pençesinde ve hüznün yüreğindeydi şu an. Bir karar vermeliydi ne yazık ki ve gitmeyi seçti bu yorgun beyefendi. Gitmeyi seçti yorgun beyni ve son bir güçle sallandı hoşçakal diyen eli...

27 Mart 2013 Çarşamba

-yağmur -şüphe - aşık!

Özgecim. Saygı değer konuklar. Sayın juri üyelerim. Sayın sanal okuyucularım ve birazdan gazabıma uğrayacak tüm onurlu kelimeler. Hepinizden özür diliyorum.

Var mıyım, yok muyum bilemiyorum ama... Kısa bir zamanda vücut bulacağıma ve bu vücudun bir amacı olacağına inanmak istiyorum. Kim bilebilir ki oysa? Nasıl bilebilir? Ben emin olamıyorum. Her şeyden şüphe ediyorum ama bir şeylere de tutunmak istiyorum ve bu bir şeylerin günün birinde aşık olacağım toprak olduğunu düşünüyorum. Sanki daha önce toprakla tanışmışım da yeniden onunla buluşacağımız günü bekliyorum. Bilinçaltında ya da bilincimin dışında, bir yerlerde böyle bir içgüdüm var sanırım. Bilmiyorum işte öyle inanmak istiyorum.

Sanki çekilmeye başlıyorum. Yavaş yavaş kuruyorum. Belki de ben öyle zannediyorum. Ah birde emin olabilsem. Bir de şu şüphenin acı verici pençelerinden kurtulabilsem... Ah, hava da güneş var. Güneş mi o? Artık her neyse. Kurutuyor beni. Öyle hissediyorum. Ama tam o sırada en yakın dostum, bulut. Kurtarıyor beni. Hemen yanına çağırıyor beni ama ben yavaş kalıyorum. Bir güç kullanıyor ve onun yanında bitiyorum göz açıp kapayıncaya kadar. Dostuma derdimi anlatmıştım. Öyle hatırlıyorum. Biliyor aşık olduğum toprağı... Kavuşturacak beni ona. Birazcık güç topluyor ve başlıyor şimşekleri çakmaya. Gülümsüyorum ona. Teşekkür ediyorum. Utanıyor sanırım biraz. Kadim dostum benim. "Dostumsun değil mi?" diyorum. "Şüphen mi var?" diyor. Acı bir gülümsemeyle onu uğurlayıp milyonlarca yağmur damlasıyla beraber aşık olduğumuz toprağa doğru yol alıyorum.

Bu arada, yağmuru da çok seviyorum. Tüm arkadaşlarımla beraber sevdiğimize kavuşmak için yol alıyoruz. Kıskanmıyoruz birbirimizi. Hepimiz ayrı bir parçasına aşık olmuşuz bu güzelliğin. Görüyorum en sevdiğim parçayı. Yavaşca dokunuyorum, güzelce ıslatıp can veriyorum sevgilime. Bu esnada tüm şüphemi arkamda bırakıyorum ve tüm kalbimle ve bedenimle ona inanıyorum. Aşkımıza inanıyorum. Beraber koyun koyuna uyuyoruz. Daha sonra ben buharlaşmaya başlıyorum. Hoşçakal bile diyemeden tekrar bedensiz kalıp düşünceler arasında boğulmaya başlıyorum. Ama artık inanıyorum. Tekrar sevdiğimle buluşacağıma inanıyorum. Zaman içerisinde bu inanç kendini nereden geldiği belirsiz düşüncelere bırakacak belki ama asla benden kopmayacak biliyorum. Yeniden buluşacağımız gün için arkadaşımla konuşmak üzere gökyüzüne yol alıyorum. Beni unutmayacağını biliyorum ve aşık olduğum toprağa son kez bakıp iki kelimeyi dudaklarımın arasından bırakıyorum. "Seni seviyorum."

22 Mart 2013 Cuma

rüzgar,oyun,özel

bara verdi bana öyle yazasım geldi birden acayip sıkıldım heralde bilmiyorum

Hiçliğin ortasında, ölümün bile yanından geçemeyeceği bir nokta da gelmiş geçmiş en büyük ve en özel hazinen varlığı konuşuluyordu. Etrafı azgın deniz dalgalarıyla ve sivri kayalarla çevrili bu yere kimsenin giremeyeceği gibi kimse de çıkamazdı. Rüzgar o kadar sertti ki etrafında kuş bile uçamazdı. Oraya gitmeye çalışan kimse geri dönememişti. Hiçbir uçak gözlem yapamıyordu. Bu hırçın denizi geçmeyi göze alabilecek kimse yoktu. En azından şu ana kadar öyle bir yiğit ortaya çıkmamıştı.

Açgözlü bir insanda bu hazinenin kokusunu almıştı. Tüm dünyaya bir takım topladığının ve o hazineyi alacağının haberini yaydı. Zengin olmasının verdiği rahatlıkla da amacının reklamını rahatlıkla yaptı. Tabii ki de böyle bir yere gitmek isteyen fazla insan olamazdı ama macera tutkunları her zaman vardı. Maceraperestler olduğu gibi zekasını zorlamak isteyenler de olacaktı. Ayrıca başında bir hunisi eksik olan bir takım insanlarda olacaktı. Zengindi. Parasının satın alamayacağı hiçbir şey yoktu.

3-5 düzine kadar kişi bu davete karşılık vermişti. Herkesin istediği bir şey vardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Adam kalabalığı "Arzumu yerine getirdiğiniz sürece hepinizin isteğini karşılayabilirim. Yeter ki isteğimi yerine getirin." diyerek sakinleştirdi. Bu sefer de her bir kafadan fikir çıkıyordu. Hepsi de Edison'un başarısız olduğu ampüller dizisinin birer parçasıydı. Ama her bir yanlış adım, doğru çözüm için atılacak asıl adımı güçlendiriyordu. Bir çok başarısız fikirden sonra denizin kenarında oturup, geldiğinden beri rüzgara kağıttan gemi bırakan adam söz almıştı. "Herkesin korktuğu bu sert rüzgar aslında bu gizemli oyunun çözümü. İnsanlar hep böyledirler. Gözlerinin önünde duran cevabı göremez, dolambaçlı yollara girerler."

Kalabalık belli ki buraya konuşmaya gelmişti. Bu sefer de herkes hep bir ağızdan bu fikri yalanlıyor, böyle bir şeyin olamayacağını söylüyordu. Kalabalığın içinden bir kadın çıktı ve geldiğinden beri onu izlediğini ve yaptığı gemilerin rotasını gördüğünü söyledi. O adaya gidilebilirdi. Hemde kolaylıkla. Ancak fikri bulan adam bu oyundan hiç tatmin olmamıştı. Tek umudu hazinenin ilginç olması ve onu tatmin etmesiydi. Onlarca alet yapıldı ve adaya doğru yol alındı. Her gemi de tek bir kişi olacaktı ve rüzgara bırakıldıklarından adaya varacakları zamana kadar hiçbir şey yapmayacaklardı. Tabii ki böyle bir gemiyi yapmak kolay değildi ama zengin adamın seçkin mühendisleri bu aleti yapabilmişti.

Adada tek bir kutudan başka hiçbir şey yoktu. Açgözlü adam kutuyu açtı. Kağıttan gemiler yapan adam da meraklı gözlerle kutuya bakıyordu. Kutunun içinden çıkan şey herkesi büyülemişti. Çünkü herkes ihtiyacı olan şeyi almıştı. Açgözlü adam artık tatmin olmuştu. Nefretle dolu olanlar sevgiyle tanışmış, delirenler hunisine kavuşmuştu. Kutudan çıkan ayna onlara kendi yansımalarını göstermişti. İçlerindeki tüm kötülük gözlerine önüne serilen kalabalık, tüm hatalarını ve eksiklerini tamamlamaya yemin etmiş, karanlık parçalarını geri de bırakmaya söz vermişti. Bir gizem daha çözülmüştü ama gizemler her zaman olmaya devam edecek ve efsane olarak tarihte yerini bulacaktı...

14 Şubat 2013 Perşembe

kedi portakal kent

Tutturuuuuuuuu :) aldım kelimeleri Özge'den ve başlıyorum yazmaya. Umarım kötü olmaz. Yani hep kötü de en azından Özge umarım beğenir.

Çaresizce ve elinden geldiğince hızlı bir şekilde koşuyordu. Arkasından kovalayan üç köpekte birbirinden vahşiydi. Artık yorulmaya başlamıştı. İlerde bir ağaç gördü ve ağaca tırmandı. Bir süre o ağaçta beklemeye koyuldu. Aşağısı gitgide köpek doluyordu ama kedi sürüsü bunu fırsat bilip köpeklere pusu yapacaktı. Bir anda ortaya çıkan kediler, köpekleri şoka uğrattı. Biraz önce deli gibi havlayan köpekler şimdi mıymıy ses çıkartıyordu. Korku köperklerin bütün tüylerine yayılmıştı. Yapacak tek şey vardı o da kaçmaktı. Kediler bir kaç köpeğe zarar verebildiler ama onları daha fazla kovalamadılar. Durumu hemen KediKral'ına ilettiler. Artık işler zıvanadan çıkmaya başlamıştı. Bu böyle gidemezdi. Artık bu konu hakkında bir şeyler yapılmalıydı. Son zamanlarda köpeklerin ardı arkası kesilmeyen bu haddini bilmez davranışları artık sınıra ulaşmıştı. Hemen kraliyetin önde gelen kedilerinin de katılımıyla bir toplantı düzenledi. Bu olayların yaşanma sebebini en ince ayrıntısına kadar araştırdılar ve buldukları sonuç enteresandı. Buna inanmak istemediler ve muhtemelen yanlış bir sonuca vardıklarını düşündüler. Çünkü söylentilere göre kedilerin korkunca, ödleri koparmış ve bu ödlerinden üç minyatür portakal düşermiş. Köpeklerin inandıkları şey buymuş. Bu üç portakal Köpeklerin mirasıymış. Geleneksel olarak bu portakallar yeni varise geçermiş. Bir önceki varis erken yaşta ölmüş. Sadece köpeklerinden önde kelen kişilerinin bildiği bir şey olduğu için bunlarla ilgili bir kayıt tutulmamış. Bu yüzden gerçek tam olarak bilinemiyormuş.

Toplantı sona erdikten sonra bu saçmalığa bir son verilmesi için hemen köpeklere bir elçi yollandı. Köpek ve kedi kentlerinin arasında kalan ve yıllardır boş olan bir başka kentte kedilerin ve köpeklerin en iyi şovalyeleri birbirleriyle dövüşecek ve kazananın istediği olacaktı. Köpekler tarafından bu kabul edilmişti.

Dövüş zamanı gelmişti. Kalabalık sustu ve büyük çatışma başladı. Kedi tıslıyor köpek havlıyordu. Köpek birden kediye atıldı ancak kedi bunu rahatlıkla atlatıp tırnaklarını köpeğe geçirdi. Köpek bir kurt gibi uludu ve kediyi savurarak üzerinden attı. Kedi afallamaktayken hızlıca atağa geçerek onu köşeye sıkıştırdı. Havlıyor, korkutucu şekilde nefes veriyor, kediyi korkutuyordu. Kedi ağzını açtı ve "Bunu neden yapıyorsunuz? diye sitemli bir şekilde sordu.
"Ben bana verilen emri sorgulamadan yaparım" diye cevapladı köpek. "Bunu yapmaktan zevk alıyorum."
Köpeğin bu tavrı kediyi çok korkutmuştu ev kedi korkudan ölmüştü. Ama beklenildiği gibi portakal falan düşmemişti. Köpek onurlu bir şekilde dövüşü kazanmıştı ve şimdi köpeklerin isteği olacaktı. Ama kediler bunu yediremeyerek meydana saldırdılar. Bunu gören köpeklerde meydana atıldılar. Büyük bir muharebeden sonra herkes kendi tarafına çekildi. Ama aralarındaki bu anlaşmazlık sonsuza kadar devam etti.

9 Şubat 2013 Cumartesi

İroni çay ve baharat

Esranchovy'inin kelimeleri ve benim yazımımla işte size hikaye! :D

Annesinin yemeklerine bayılırdı ama annesi öldükten sonra artık hiçbir yemek ona tad vermemeye başlamıştı. Lise dönemindeyken yemek ile daha da ilgilenmeye ve annesinin tariflerini karıştırmaya başladı. Annesini en güzel şekilde anmak insanlara en güzel yemeği vermekten geçiyordu, en azından böyle düşünüyordu. Çeşitli kitaplardan türlü türlü yöntemler okudu. Aşçılık dersi aldı. Tek hedefi dünyanın en iyi aşçısı olup, herkese en güzel yemekleri yedirmekti. Annesinin sadece yemeklerini de sevmezdi. Yaptığı çeşitli kompostolara da bayılırdı. Annesi ona bir bardak su koysa, kendi koyduğu sudan çok daha güzel gelecekti neredeyse. Babasını da daha doğmadan kaybetmişti. Annesinin karnındayken babası bir trafik kazasında ölmüştü. Babasının da yokluğunda ona tek başına bakan annesine bu kadar düşkün olmasının sebebi belki de hem çalışıp hem ona bakarken geçirdiği zor zamanlardan kaynaklanan bir hayranlık bir bağlılık idi.

Yıllar geçiyordu ve bilgi birikimi sürekli artıyordu. Çeşitli baharatlardan harika lezzetler ortaya çıkartıyordu ama yetersizdi. Hâlâ bir şeyler eksikti. Herkes tarafından beğeniliyordu ancak daha mükemmele ulaşamamıştı. Annesinin o yemeklerinin tadını hala alamıyordu. Şehir şehir, ülke ülke dolaşıp yeni tarifler arıyordu. Bu arayış içerisinde gelecekte kocası olacak adamla tanıştı ve onunla çok iyi bir şekilde anlaştı. Mutfakta iki beden bir bütün olmuşlardı. Aralarındaki bu çekim sayesinde evlenmeye karar verdiler.

Hiçbir anını boşa geçirmiyordu ancak hâlâ yeterli değildi. Yakın zamanda çocuğu olacaktı. Bu yüzden aşçılığa bir süreliğine ara verdi. Bir kızı olmuştu ve gerçekten çok güzeldi. Aslında çocuk doğurmak için çok geç kalmıştı ve aslında hiçbir zaman çocuk sahibi olmayı da düşünmemişti. Bu çok ironikti.

Kızı yavaş yavaş büyüyordu ve artık konuşmaya da başlamıştı. Beklemediği bir zamanda gelen bu çocuğu sevmemekten korkmuştu ama tam tersi bir şekilde ona çok bağlanmıştı. Bir akşam yemeğinde yılların da tecrübesiyle güzel bir yemek yaptı ve ailecek sofraya oturdular. Aslında bu yemekte bir şeyler farklı gibi hissediyordu ama bu düşüncesine anlam verememişti. Yemekler yendikten sonra sofrayı toparladı ve masayı silip çay demledi. Kocası kendisine ve karısına çay doldurdu. Çayını yudumlarken de annem olsa daha iyi yapardı diye düşündü. Bu sırada içerden kızı gelip "Ellerine sağlık anne! Çok güzel olmuş!" dedi ve odasına geri döndü.

Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Yıllardır peşinde koştuğu amaca erişmişti. Tarifindeki eksik malzemeyi bulmuştu. Sevgiyi...

Kuş, abajur, kolye

Candan'ın verdiği kelimeler ve berbat edeceğim bir başka hikaye. Ölü gibiyim lan.

Cumartesi günü arkadaşlarıyla doyasıya eğlendi. Eve doğru giderken aklına, yeni okumaya başladığı kitap geldi. Daha önce böyle bir kitap daha okumamıştı. Katilin iç dünyası ve kurbanın tüm duygularını en ince ayrıntısına kadar anlatan, katil öldürürken okuyucunun aklına katilmiş havası verip adeta son hamleyi okuyucuya yaptıran bir kitaptı. Aynı şey kurban içinde geçerliydi. Kurbanın kalbine bıçak saplanırken kendinizi kurban zannedip dehşete kapılıyordunuz. Benzeri görülmemiş harika bir roman! Belki de sadece abartıyordu ama bir şekilde bu romanı çok sevmişti. Bu düşüncelerle eve varmıştı. Ilık suyla duşunu aldıktan sonra bornozunu giydi ve saçlarına havlu sarıp kitabını okumaya başladı. Koltuktan rahatsız olduğu için yatağına gidip uzandı ve abajuru hafifce açtı. Abajurdan yayılan ışık sofranın kuş sütü gibiydi.

Tamamiyle karanlık ve sessiz bir ortamda, azrailin nefesini boynunda hissediyordu. Ölmekten her zaman korktuğunu düşünmüştü ancak bu kadar korkacağı asla aklına gelmezdi. Kalbi, kırılıp aşılmaya çalışılan bir kale kapısı gibiydi. Gümbür gümbür atıyor ve göğüs kafesini sarsıyordu. Boynunda hissettiği nefesin azraile değil katiline ait olduğunun farkına vardı. Vücudu buz kesmişti ve tüyleri korkudan kaçacak yer arayıp gözeneklerine sığınmışlardı. Psikolojik bir şekilde kaçmak için geriye doğru adım attı ve ayağı takılıp yere düştü. Tam bu sırada bir şeyler çınlamıştı. Kör edici bir ışık gözlerinin en derin noktasına kadar işledi. Katil, kurbanının bu planlanmış çaresizliğinden faydalanıp onu sandalyeye oturttu ve sıkıca bağladı. Elindeki palayı diliyle yalayıp kurbanının gözündeki tüm korkudan tahrik oldu ve onun kellesini havaya uçurdu. Kadının en son görebildiği şey çınlamanın sebep olduğu kuşlu bir kolyeydi.

 Tam bu esnada evdeki tüm elektronik aletler alarmlı birer saat gibi ötmeye ve hareket etmeye başladılar. Neler olup bittiğini anlamak istercesine sanki orada cevap yazılıymış gibi salona doğru koştu. Koşarken ayağı takıldı ve bembeyaz bir ışık gözlerindeki tüm hücreleri biftek gibi kızarttı. Ayağa kaldırıldığını ve ellerinin bağlandığını hissetti. Katil bir golf topuna vururmuşçasına palasını kadının kellesine doğru hızlıca indirdi. Kadın pala boynunu kesmeden şoktan kalp krizi geçirip ölmüştü. Ancak son görebildiği şey alaycı bir kuş kolyesiydi.

Dünya, insan, elveda


Gecenin gece olmaktan bıktığı, güneşin doğmamak için binbir türlü bahane ürettiği bir günde, sokaklarda aç aç dolaşan hayvanların ve hayvan misali bir köşeye sinmiş insanların, yaşamaya dair zerre hevesi olmadan, zaman geçsin diye saniyeleri birer birer sayıp ölüme yavaş yavaş yaklaşmanın sevinciyle ve aslında korkunç hüznüyle hayatlarını sürdürmesinin objektif bir bakış açısından çıkmış değersiz yorumları bu cümleler. Tasviri imkansız bir çaresizliğin gereksiz bir kişi tarafından, berbat bir akşamüstü vakti, arkasında anlamsızca iz bırakma çabasının belki de içten içe öldükten sonraki hayata duyduğu şüpheden kaynaklanan zaman geçirme amaçlı cümleleri bunlar. Yalnız bir insanın intihar etmeden önce bu gelip geçici dünyaya bıraktığı, her ne kadar gereksiz de olsa bırakmak istediği bir kağıt parçasının üzerindeki mürekkep darbelerinden oluşan son bir çığırış, son bir yıpranış. Arkasında elveda diyeceği hiç kimse olmadan ve bunun bilincinde olan belki de tüm canlı kırıntılarının son sözcükleri bunlar. Aynı zamanda daha fazla söyleyecek sözü kalmamış bir ruhun, bedenden çıkmadan önceki son çırpınışının kağıt üzerinde vuku bulmuş ifadeleri. Elveda fani dünya.

7 Şubat 2013 Perşembe

Tartölet, kitapçı, fular

Seferbaz'ın kuzeni vermiş Maide-chaaaan :D Elimden geleni yapmak istemekteyim de yapabilecek miyim acep?

Memleketine uzun yıllar sonra dönmüştü ve hayatına yepyeni bir sayfa açacaktı.

Günışığının pencereden sıyrılıp yatağına uzanmasıyla o da güne merhaba diyerek uyandı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltısını hazırlamaya koyuldu. Bugün pek bir şey yiyesi olmadığı için kahvaltısı kısa sürdü. Üstünü değiştirmek için odasına gitti. Dolabı karıştırırken gözü eski bir fulara çarptı ve tam o anda aklında anıları canlandı. Ölürken gözlerinin önünden geçen film şeridi dedikleri şey capcanlıyken başına geliyordu. Bu fuları ona veren çocukluk arkadaşı gözlerinde belirdi. Kasabadan ayrılırken vermişti bu fuları ona ve kasabaya geri döndüğü zaman bu fularla gelmesini istemişti. Uzun zamandır onunla konuşmamıştı ve hayatın akışına kapılıp doğduğu yerdeki insanları geri de bıraktığı için kendisine kızmıştı. Üzerine bir kot şort ve ince bir bluz aldıktan sonra elnide fularıyla kendisini sokağa attı. Çocukluk arkadaşını nasıl bulabileceğini düşünmeye koyuldu. Kitapçıya gelene kadar aklına türlü türlü şeyler geldi. Sokak buram buram geçmiş kokuyordu. Adeta hava da uçuşan tozlar bile aklında bir yerlerde bir anıyı bir çocuk inatçılığıyla çekiştirip gün yüzüne çıkarmaya çalışıyordu.

Dükkana girecekken kapıda ki "Bizimle çalışmak ister misiniz?" yazısını gördü. Gülümsedi ve kapıyı açarak içeri girdi. Kendisine güzel bir kitap bulabilmek için tüm kitaplara iyice baktı ve sonuna "İşte bu!" diyebileceği bir kitabı alarak kasaya doğru yöneldi. Kasa da olan kişiyi tanımıştı. Bu, çocukluk arkadaşının babasıydı. Hemen geçmişi yad ederekten konuşmaya başladılar. Az daha adam aldığı kitap için para almayacaktı. Ona arkadaşını sordu. Tatlıcı da çalıştığını söyledi ve tatlıcının yerini tarif etti.

Dükkandan çıktıktan sonra işi istemeyi unuttuğunu hatırladı. Geri dönecekti ama bu işin acelesi yoktu. Tatlıcıya doğru hızlı adımlarla gitti. Bir masaya oturdu ve menüye baktı. Günün spesiyali yazan tabelayı gördü ve tartölet sipariş etti. Bir başka garson ona tatlısını getirdi. Getiren çocukluk arkadaşıydı. Garson önce kızın boynundaki fuları gördü ve tam o anda göz bebekleri bir balon gibi şişti. Kız, ona "Geri geldim. İşte buradayım!" dedi ve boynuna atladı. Biraz çocukluk haylazlıklarını konuştular. Biraz şu an neler yaptıklarından. Biraz gelecekten...

Memleketinin bu sıcaklığını aldıktan sonra bir kez daha başka bir yere gitmemeye karar verdi. Bundan sonra burada çocukluk arkadaşıyla ve memleketinin insanlarıyla kalacaktı. Senelerdir içinde olan o sancı artık dinmişti. Buraya gelmekte geç bile kalmıştı...

6 Şubat 2013 Çarşamba

turuncu, kuzu, güneş

Bugün bu 6. hikayem. Ölüyorum! :D Elimden geleni yapacağım vücudumdaki son damla çakraya kadar sevgili Melekcim!

Sokakta boş boş zaman öldürdükten sonra eve doğru yol aldı. Köy civarında yaşadığı için etrafta bir sürü hayvan vardı. Bunlardan biri de kuzuydu. Kuzu sürüsünü ve onları koruyan çobanı ve çobanın köpeğini gördü. Daha sonra güneşin vücudunu yakması onu rahatsız etti ve gölgelik bir alana geçti. Ağaçların arasında bir hamak gördü ve birazcık kestirmek için hemen hamağa uzandı. Rüyalarını kontrol edebilme yeteneğine sahipti. Bu yeteneğini çok seviyordu. Hemen uykuya daldı.

Rüyasında kuzuların hakim olduğu bir dünyadaydı. Daha doğrusu insanlar yerine kuzular vardı. İnsanların tüyleri yolunuyordu. İnsanları yiyorlardı. İnsanların derisi yanıyordu. Sadece insanların da değil diğer bütün hayvanlara bu aynı şekilde yapılıyordu ve bunları bu canlılara yapan kuzulardı. Kısacası insan ile kuzu yer değiştirmişti. Bu rüyayı insanlara da göstermek niyetindeydi ancak şu anlık rüya ile ilgilenmesi gerekiyordu. Ve bu yüzden bu rüyayı, rüyasında ki kuzulara gösterdi. Turuncu güneş hâlâ bedenini yakmaya devam ediyordu. Hatta turuncu güneş bu sefer sadece sıcaklığa da yaramıyordu. Hatta ve hatta bu güneşin sadece tek bir rengi yoktu. Yeşilden mora, turuncudan siyaha kadar değişiyordu. Her renk değişiminde tüm gökyüzüde güneşe ayak uyduruyordu.

Hemen kuzulara gördüğü rüyayı gösterdi. Bunlardan ders çıkarılması gerektiğini ve tek önemli varlığın kuzular olmadığını diğer yaşayan canlıların da en az kuzular kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı. Kuzular kalın kafalılık edecekti ki birazcık rüya kontrolüyle onlara zeka verdi.

Artık kuzuların egemenliği sona ermişti. Rüyasını beğenmişti çünkü her şey yoluna girmişti ancak gerçek hayatta da bunu yapması gerekiyordu. Tek sorun ise rüyasını kontrol edebildiği gibi gerçek hayatı da kontrol edemiyordu. Önünde iki seçenek vardı ya tanrı olacaktı ya da rüyalarda yaşayacaktı.

Tanrı olmak gibi bir şeyi yapamayacağını düşünüyordu zaten tanrıya inanmıyordu da. Bu yüzden rüyalarda yaşamayı tercih etti. Sürekli uyumaya başladı. Artık uyumak bir yaşam biçimi olmuştu ve uyumayınca bedeni ters tepkiler veriyordu. Rüyalarıyla da her şeyi yoluna koymaya, eğlenmeye, gülmeye devam ediyordu. Zaman ilerledikçe artık sonsuz bir uykuya daldı ve hayata gözlerini yumdu...

Birden gözlerini açtı ve saçlarını karıştırdı. Kalktığı yerden doğrulunca hamakta olduğunu gördü. Her şey bu kadar hızlı olmuştu ama aslında hiçbir şey olmamıştı...

Derken bir kez daha uyandı ve aslında bu gördüğü şeyin son rüyası olduğunun farkına vararak hayata son kez gözlerini yumdu...

gandalf ketumiyet kumanda

Aklına adam akıllı tek cümle gelsin helal lan diyen ite yani Mert'e kapak gibi bir cümle yazdım da onu da hikaye de şey ederim :p

Orta Dünya'dan ve Sauron'dan sıkılan Gandalf zamanda hareket etmek üzere bir zaman makinesi yaptı ve ketumiyetini koruyarak bundan hiç kimseye bahsetmedi. Ancak kumandasını bir anlık dikkatsizliğiyle yere düşürünce kumanda tepeden yuvarlanmaya başladı ve bunu gören köyün haylaz çocukları kumandayı çalıp kaçtılar. Haylaz çocukların peşinden koşan Gandalf çocukları daha fazla takip edemedi. Belli ki yaşlanmıştı. Boşuna onu Gandalf the White diye çağırmıyorlardı. Hemen aklına en yeni büyüsü olan "YOU SHALL NOT PASS!" geldi. Ancak bu büyüyü kullanabilmesi için manasının dolması gerekiyordu. Manasının dolmasını beklemekten sıkılan Gandalf hemen bir pot kullandı ve tüm gücüyle "YOU SHALL NOT PASS!" büyüsünü harekete geçirdi. Bir anda çocukların önünde belirdi ve "YOU SHALL NOT PASS!"diye bağırdı. Çocuklar neye uğradıklarını şaşırdılar ve korkarak uzaklaştılar. Gandalf'ın içi kötü oldu ve hemen havai fişekleri yaktı. Demin korkudan kaçan çocuklar şimdi gökyüzüne bakmış sırıtıyorlardı. Çocuklar kaçarken kumandayı düşürmüştü. Büyüsü işe yaramıştı. Artık zamanda hareket edebilir ve yüzükler yapılmadan bu işe bir son verebilirdi. Daha sonrada Çıkın Çıkmazı'na gidip bir güzel ziyafet çekecekti. Hemen kumandasına bastı ve geçmişe gitti!