14 Şubat 2013 Perşembe

kedi portakal kent

Tutturuuuuuuuu :) aldım kelimeleri Özge'den ve başlıyorum yazmaya. Umarım kötü olmaz. Yani hep kötü de en azından Özge umarım beğenir.

Çaresizce ve elinden geldiğince hızlı bir şekilde koşuyordu. Arkasından kovalayan üç köpekte birbirinden vahşiydi. Artık yorulmaya başlamıştı. İlerde bir ağaç gördü ve ağaca tırmandı. Bir süre o ağaçta beklemeye koyuldu. Aşağısı gitgide köpek doluyordu ama kedi sürüsü bunu fırsat bilip köpeklere pusu yapacaktı. Bir anda ortaya çıkan kediler, köpekleri şoka uğrattı. Biraz önce deli gibi havlayan köpekler şimdi mıymıy ses çıkartıyordu. Korku köperklerin bütün tüylerine yayılmıştı. Yapacak tek şey vardı o da kaçmaktı. Kediler bir kaç köpeğe zarar verebildiler ama onları daha fazla kovalamadılar. Durumu hemen KediKral'ına ilettiler. Artık işler zıvanadan çıkmaya başlamıştı. Bu böyle gidemezdi. Artık bu konu hakkında bir şeyler yapılmalıydı. Son zamanlarda köpeklerin ardı arkası kesilmeyen bu haddini bilmez davranışları artık sınıra ulaşmıştı. Hemen kraliyetin önde gelen kedilerinin de katılımıyla bir toplantı düzenledi. Bu olayların yaşanma sebebini en ince ayrıntısına kadar araştırdılar ve buldukları sonuç enteresandı. Buna inanmak istemediler ve muhtemelen yanlış bir sonuca vardıklarını düşündüler. Çünkü söylentilere göre kedilerin korkunca, ödleri koparmış ve bu ödlerinden üç minyatür portakal düşermiş. Köpeklerin inandıkları şey buymuş. Bu üç portakal Köpeklerin mirasıymış. Geleneksel olarak bu portakallar yeni varise geçermiş. Bir önceki varis erken yaşta ölmüş. Sadece köpeklerinden önde kelen kişilerinin bildiği bir şey olduğu için bunlarla ilgili bir kayıt tutulmamış. Bu yüzden gerçek tam olarak bilinemiyormuş.

Toplantı sona erdikten sonra bu saçmalığa bir son verilmesi için hemen köpeklere bir elçi yollandı. Köpek ve kedi kentlerinin arasında kalan ve yıllardır boş olan bir başka kentte kedilerin ve köpeklerin en iyi şovalyeleri birbirleriyle dövüşecek ve kazananın istediği olacaktı. Köpekler tarafından bu kabul edilmişti.

Dövüş zamanı gelmişti. Kalabalık sustu ve büyük çatışma başladı. Kedi tıslıyor köpek havlıyordu. Köpek birden kediye atıldı ancak kedi bunu rahatlıkla atlatıp tırnaklarını köpeğe geçirdi. Köpek bir kurt gibi uludu ve kediyi savurarak üzerinden attı. Kedi afallamaktayken hızlıca atağa geçerek onu köşeye sıkıştırdı. Havlıyor, korkutucu şekilde nefes veriyor, kediyi korkutuyordu. Kedi ağzını açtı ve "Bunu neden yapıyorsunuz? diye sitemli bir şekilde sordu.
"Ben bana verilen emri sorgulamadan yaparım" diye cevapladı köpek. "Bunu yapmaktan zevk alıyorum."
Köpeğin bu tavrı kediyi çok korkutmuştu ev kedi korkudan ölmüştü. Ama beklenildiği gibi portakal falan düşmemişti. Köpek onurlu bir şekilde dövüşü kazanmıştı ve şimdi köpeklerin isteği olacaktı. Ama kediler bunu yediremeyerek meydana saldırdılar. Bunu gören köpeklerde meydana atıldılar. Büyük bir muharebeden sonra herkes kendi tarafına çekildi. Ama aralarındaki bu anlaşmazlık sonsuza kadar devam etti.

9 Şubat 2013 Cumartesi

İroni çay ve baharat

Esranchovy'inin kelimeleri ve benim yazımımla işte size hikaye! :D

Annesinin yemeklerine bayılırdı ama annesi öldükten sonra artık hiçbir yemek ona tad vermemeye başlamıştı. Lise dönemindeyken yemek ile daha da ilgilenmeye ve annesinin tariflerini karıştırmaya başladı. Annesini en güzel şekilde anmak insanlara en güzel yemeği vermekten geçiyordu, en azından böyle düşünüyordu. Çeşitli kitaplardan türlü türlü yöntemler okudu. Aşçılık dersi aldı. Tek hedefi dünyanın en iyi aşçısı olup, herkese en güzel yemekleri yedirmekti. Annesinin sadece yemeklerini de sevmezdi. Yaptığı çeşitli kompostolara da bayılırdı. Annesi ona bir bardak su koysa, kendi koyduğu sudan çok daha güzel gelecekti neredeyse. Babasını da daha doğmadan kaybetmişti. Annesinin karnındayken babası bir trafik kazasında ölmüştü. Babasının da yokluğunda ona tek başına bakan annesine bu kadar düşkün olmasının sebebi belki de hem çalışıp hem ona bakarken geçirdiği zor zamanlardan kaynaklanan bir hayranlık bir bağlılık idi.

Yıllar geçiyordu ve bilgi birikimi sürekli artıyordu. Çeşitli baharatlardan harika lezzetler ortaya çıkartıyordu ama yetersizdi. Hâlâ bir şeyler eksikti. Herkes tarafından beğeniliyordu ancak daha mükemmele ulaşamamıştı. Annesinin o yemeklerinin tadını hala alamıyordu. Şehir şehir, ülke ülke dolaşıp yeni tarifler arıyordu. Bu arayış içerisinde gelecekte kocası olacak adamla tanıştı ve onunla çok iyi bir şekilde anlaştı. Mutfakta iki beden bir bütün olmuşlardı. Aralarındaki bu çekim sayesinde evlenmeye karar verdiler.

Hiçbir anını boşa geçirmiyordu ancak hâlâ yeterli değildi. Yakın zamanda çocuğu olacaktı. Bu yüzden aşçılığa bir süreliğine ara verdi. Bir kızı olmuştu ve gerçekten çok güzeldi. Aslında çocuk doğurmak için çok geç kalmıştı ve aslında hiçbir zaman çocuk sahibi olmayı da düşünmemişti. Bu çok ironikti.

Kızı yavaş yavaş büyüyordu ve artık konuşmaya da başlamıştı. Beklemediği bir zamanda gelen bu çocuğu sevmemekten korkmuştu ama tam tersi bir şekilde ona çok bağlanmıştı. Bir akşam yemeğinde yılların da tecrübesiyle güzel bir yemek yaptı ve ailecek sofraya oturdular. Aslında bu yemekte bir şeyler farklı gibi hissediyordu ama bu düşüncesine anlam verememişti. Yemekler yendikten sonra sofrayı toparladı ve masayı silip çay demledi. Kocası kendisine ve karısına çay doldurdu. Çayını yudumlarken de annem olsa daha iyi yapardı diye düşündü. Bu sırada içerden kızı gelip "Ellerine sağlık anne! Çok güzel olmuş!" dedi ve odasına geri döndü.

Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Yıllardır peşinde koştuğu amaca erişmişti. Tarifindeki eksik malzemeyi bulmuştu. Sevgiyi...

Kuş, abajur, kolye

Candan'ın verdiği kelimeler ve berbat edeceğim bir başka hikaye. Ölü gibiyim lan.

Cumartesi günü arkadaşlarıyla doyasıya eğlendi. Eve doğru giderken aklına, yeni okumaya başladığı kitap geldi. Daha önce böyle bir kitap daha okumamıştı. Katilin iç dünyası ve kurbanın tüm duygularını en ince ayrıntısına kadar anlatan, katil öldürürken okuyucunun aklına katilmiş havası verip adeta son hamleyi okuyucuya yaptıran bir kitaptı. Aynı şey kurban içinde geçerliydi. Kurbanın kalbine bıçak saplanırken kendinizi kurban zannedip dehşete kapılıyordunuz. Benzeri görülmemiş harika bir roman! Belki de sadece abartıyordu ama bir şekilde bu romanı çok sevmişti. Bu düşüncelerle eve varmıştı. Ilık suyla duşunu aldıktan sonra bornozunu giydi ve saçlarına havlu sarıp kitabını okumaya başladı. Koltuktan rahatsız olduğu için yatağına gidip uzandı ve abajuru hafifce açtı. Abajurdan yayılan ışık sofranın kuş sütü gibiydi.

Tamamiyle karanlık ve sessiz bir ortamda, azrailin nefesini boynunda hissediyordu. Ölmekten her zaman korktuğunu düşünmüştü ancak bu kadar korkacağı asla aklına gelmezdi. Kalbi, kırılıp aşılmaya çalışılan bir kale kapısı gibiydi. Gümbür gümbür atıyor ve göğüs kafesini sarsıyordu. Boynunda hissettiği nefesin azraile değil katiline ait olduğunun farkına vardı. Vücudu buz kesmişti ve tüyleri korkudan kaçacak yer arayıp gözeneklerine sığınmışlardı. Psikolojik bir şekilde kaçmak için geriye doğru adım attı ve ayağı takılıp yere düştü. Tam bu sırada bir şeyler çınlamıştı. Kör edici bir ışık gözlerinin en derin noktasına kadar işledi. Katil, kurbanının bu planlanmış çaresizliğinden faydalanıp onu sandalyeye oturttu ve sıkıca bağladı. Elindeki palayı diliyle yalayıp kurbanının gözündeki tüm korkudan tahrik oldu ve onun kellesini havaya uçurdu. Kadının en son görebildiği şey çınlamanın sebep olduğu kuşlu bir kolyeydi.

 Tam bu esnada evdeki tüm elektronik aletler alarmlı birer saat gibi ötmeye ve hareket etmeye başladılar. Neler olup bittiğini anlamak istercesine sanki orada cevap yazılıymış gibi salona doğru koştu. Koşarken ayağı takıldı ve bembeyaz bir ışık gözlerindeki tüm hücreleri biftek gibi kızarttı. Ayağa kaldırıldığını ve ellerinin bağlandığını hissetti. Katil bir golf topuna vururmuşçasına palasını kadının kellesine doğru hızlıca indirdi. Kadın pala boynunu kesmeden şoktan kalp krizi geçirip ölmüştü. Ancak son görebildiği şey alaycı bir kuş kolyesiydi.

Dünya, insan, elveda


Gecenin gece olmaktan bıktığı, güneşin doğmamak için binbir türlü bahane ürettiği bir günde, sokaklarda aç aç dolaşan hayvanların ve hayvan misali bir köşeye sinmiş insanların, yaşamaya dair zerre hevesi olmadan, zaman geçsin diye saniyeleri birer birer sayıp ölüme yavaş yavaş yaklaşmanın sevinciyle ve aslında korkunç hüznüyle hayatlarını sürdürmesinin objektif bir bakış açısından çıkmış değersiz yorumları bu cümleler. Tasviri imkansız bir çaresizliğin gereksiz bir kişi tarafından, berbat bir akşamüstü vakti, arkasında anlamsızca iz bırakma çabasının belki de içten içe öldükten sonraki hayata duyduğu şüpheden kaynaklanan zaman geçirme amaçlı cümleleri bunlar. Yalnız bir insanın intihar etmeden önce bu gelip geçici dünyaya bıraktığı, her ne kadar gereksiz de olsa bırakmak istediği bir kağıt parçasının üzerindeki mürekkep darbelerinden oluşan son bir çığırış, son bir yıpranış. Arkasında elveda diyeceği hiç kimse olmadan ve bunun bilincinde olan belki de tüm canlı kırıntılarının son sözcükleri bunlar. Aynı zamanda daha fazla söyleyecek sözü kalmamış bir ruhun, bedenden çıkmadan önceki son çırpınışının kağıt üzerinde vuku bulmuş ifadeleri. Elveda fani dünya.

7 Şubat 2013 Perşembe

Tartölet, kitapçı, fular

Seferbaz'ın kuzeni vermiş Maide-chaaaan :D Elimden geleni yapmak istemekteyim de yapabilecek miyim acep?

Memleketine uzun yıllar sonra dönmüştü ve hayatına yepyeni bir sayfa açacaktı.

Günışığının pencereden sıyrılıp yatağına uzanmasıyla o da güne merhaba diyerek uyandı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltısını hazırlamaya koyuldu. Bugün pek bir şey yiyesi olmadığı için kahvaltısı kısa sürdü. Üstünü değiştirmek için odasına gitti. Dolabı karıştırırken gözü eski bir fulara çarptı ve tam o anda aklında anıları canlandı. Ölürken gözlerinin önünden geçen film şeridi dedikleri şey capcanlıyken başına geliyordu. Bu fuları ona veren çocukluk arkadaşı gözlerinde belirdi. Kasabadan ayrılırken vermişti bu fuları ona ve kasabaya geri döndüğü zaman bu fularla gelmesini istemişti. Uzun zamandır onunla konuşmamıştı ve hayatın akışına kapılıp doğduğu yerdeki insanları geri de bıraktığı için kendisine kızmıştı. Üzerine bir kot şort ve ince bir bluz aldıktan sonra elnide fularıyla kendisini sokağa attı. Çocukluk arkadaşını nasıl bulabileceğini düşünmeye koyuldu. Kitapçıya gelene kadar aklına türlü türlü şeyler geldi. Sokak buram buram geçmiş kokuyordu. Adeta hava da uçuşan tozlar bile aklında bir yerlerde bir anıyı bir çocuk inatçılığıyla çekiştirip gün yüzüne çıkarmaya çalışıyordu.

Dükkana girecekken kapıda ki "Bizimle çalışmak ister misiniz?" yazısını gördü. Gülümsedi ve kapıyı açarak içeri girdi. Kendisine güzel bir kitap bulabilmek için tüm kitaplara iyice baktı ve sonuna "İşte bu!" diyebileceği bir kitabı alarak kasaya doğru yöneldi. Kasa da olan kişiyi tanımıştı. Bu, çocukluk arkadaşının babasıydı. Hemen geçmişi yad ederekten konuşmaya başladılar. Az daha adam aldığı kitap için para almayacaktı. Ona arkadaşını sordu. Tatlıcı da çalıştığını söyledi ve tatlıcının yerini tarif etti.

Dükkandan çıktıktan sonra işi istemeyi unuttuğunu hatırladı. Geri dönecekti ama bu işin acelesi yoktu. Tatlıcıya doğru hızlı adımlarla gitti. Bir masaya oturdu ve menüye baktı. Günün spesiyali yazan tabelayı gördü ve tartölet sipariş etti. Bir başka garson ona tatlısını getirdi. Getiren çocukluk arkadaşıydı. Garson önce kızın boynundaki fuları gördü ve tam o anda göz bebekleri bir balon gibi şişti. Kız, ona "Geri geldim. İşte buradayım!" dedi ve boynuna atladı. Biraz çocukluk haylazlıklarını konuştular. Biraz şu an neler yaptıklarından. Biraz gelecekten...

Memleketinin bu sıcaklığını aldıktan sonra bir kez daha başka bir yere gitmemeye karar verdi. Bundan sonra burada çocukluk arkadaşıyla ve memleketinin insanlarıyla kalacaktı. Senelerdir içinde olan o sancı artık dinmişti. Buraya gelmekte geç bile kalmıştı...

6 Şubat 2013 Çarşamba

turuncu, kuzu, güneş

Bugün bu 6. hikayem. Ölüyorum! :D Elimden geleni yapacağım vücudumdaki son damla çakraya kadar sevgili Melekcim!

Sokakta boş boş zaman öldürdükten sonra eve doğru yol aldı. Köy civarında yaşadığı için etrafta bir sürü hayvan vardı. Bunlardan biri de kuzuydu. Kuzu sürüsünü ve onları koruyan çobanı ve çobanın köpeğini gördü. Daha sonra güneşin vücudunu yakması onu rahatsız etti ve gölgelik bir alana geçti. Ağaçların arasında bir hamak gördü ve birazcık kestirmek için hemen hamağa uzandı. Rüyalarını kontrol edebilme yeteneğine sahipti. Bu yeteneğini çok seviyordu. Hemen uykuya daldı.

Rüyasında kuzuların hakim olduğu bir dünyadaydı. Daha doğrusu insanlar yerine kuzular vardı. İnsanların tüyleri yolunuyordu. İnsanları yiyorlardı. İnsanların derisi yanıyordu. Sadece insanların da değil diğer bütün hayvanlara bu aynı şekilde yapılıyordu ve bunları bu canlılara yapan kuzulardı. Kısacası insan ile kuzu yer değiştirmişti. Bu rüyayı insanlara da göstermek niyetindeydi ancak şu anlık rüya ile ilgilenmesi gerekiyordu. Ve bu yüzden bu rüyayı, rüyasında ki kuzulara gösterdi. Turuncu güneş hâlâ bedenini yakmaya devam ediyordu. Hatta turuncu güneş bu sefer sadece sıcaklığa da yaramıyordu. Hatta ve hatta bu güneşin sadece tek bir rengi yoktu. Yeşilden mora, turuncudan siyaha kadar değişiyordu. Her renk değişiminde tüm gökyüzüde güneşe ayak uyduruyordu.

Hemen kuzulara gördüğü rüyayı gösterdi. Bunlardan ders çıkarılması gerektiğini ve tek önemli varlığın kuzular olmadığını diğer yaşayan canlıların da en az kuzular kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştı. Kuzular kalın kafalılık edecekti ki birazcık rüya kontrolüyle onlara zeka verdi.

Artık kuzuların egemenliği sona ermişti. Rüyasını beğenmişti çünkü her şey yoluna girmişti ancak gerçek hayatta da bunu yapması gerekiyordu. Tek sorun ise rüyasını kontrol edebildiği gibi gerçek hayatı da kontrol edemiyordu. Önünde iki seçenek vardı ya tanrı olacaktı ya da rüyalarda yaşayacaktı.

Tanrı olmak gibi bir şeyi yapamayacağını düşünüyordu zaten tanrıya inanmıyordu da. Bu yüzden rüyalarda yaşamayı tercih etti. Sürekli uyumaya başladı. Artık uyumak bir yaşam biçimi olmuştu ve uyumayınca bedeni ters tepkiler veriyordu. Rüyalarıyla da her şeyi yoluna koymaya, eğlenmeye, gülmeye devam ediyordu. Zaman ilerledikçe artık sonsuz bir uykuya daldı ve hayata gözlerini yumdu...

Birden gözlerini açtı ve saçlarını karıştırdı. Kalktığı yerden doğrulunca hamakta olduğunu gördü. Her şey bu kadar hızlı olmuştu ama aslında hiçbir şey olmamıştı...

Derken bir kez daha uyandı ve aslında bu gördüğü şeyin son rüyası olduğunun farkına vararak hayata son kez gözlerini yumdu...

gandalf ketumiyet kumanda

Aklına adam akıllı tek cümle gelsin helal lan diyen ite yani Mert'e kapak gibi bir cümle yazdım da onu da hikaye de şey ederim :p

Orta Dünya'dan ve Sauron'dan sıkılan Gandalf zamanda hareket etmek üzere bir zaman makinesi yaptı ve ketumiyetini koruyarak bundan hiç kimseye bahsetmedi. Ancak kumandasını bir anlık dikkatsizliğiyle yere düşürünce kumanda tepeden yuvarlanmaya başladı ve bunu gören köyün haylaz çocukları kumandayı çalıp kaçtılar. Haylaz çocukların peşinden koşan Gandalf çocukları daha fazla takip edemedi. Belli ki yaşlanmıştı. Boşuna onu Gandalf the White diye çağırmıyorlardı. Hemen aklına en yeni büyüsü olan "YOU SHALL NOT PASS!" geldi. Ancak bu büyüyü kullanabilmesi için manasının dolması gerekiyordu. Manasının dolmasını beklemekten sıkılan Gandalf hemen bir pot kullandı ve tüm gücüyle "YOU SHALL NOT PASS!" büyüsünü harekete geçirdi. Bir anda çocukların önünde belirdi ve "YOU SHALL NOT PASS!"diye bağırdı. Çocuklar neye uğradıklarını şaşırdılar ve korkarak uzaklaştılar. Gandalf'ın içi kötü oldu ve hemen havai fişekleri yaktı. Demin korkudan kaçan çocuklar şimdi gökyüzüne bakmış sırıtıyorlardı. Çocuklar kaçarken kumandayı düşürmüştü. Büyüsü işe yaramıştı. Artık zamanda hareket edebilir ve yüzükler yapılmadan bu işe bir son verebilirdi. Daha sonrada Çıkın Çıkmazı'na gidip bir güzel ziyafet çekecekti. Hemen kumandasına bastı ve geçmişe gitti!

Aşk, Tanrı ve Gül

Hawkeye! Selin! Çok tatlı bir şekilde istedi benden ya görmeliydiniz yani. Bir bebek masumluğuyla bende kelime verebilir miyim? dedi. :) kawaiiiiiiiiiii

Her şey Göğün Göbeği'nde yaşayan tanrılardan birinin Dünya'nın merkezinde yaşayan bir insana aşık olmasıyla başladı. Tanrıların Tanrısı böyle bir aşkın olamayacağını söyledi ve kesinlikle onaylamadığını konseye açıkladı! Konseye girmeden önce aşık olan tanrı aşık olduğu insana bir elçi yolladı ve durumdan bahsetti. İnsan dünyanın en güzel kadınıydı. Hiçbir betimleme böyle bir şaheseri tanımlayacak nitelikte değildi. O da güzelliğinin farkındaydı ve zaman zaman "Tanrılar bile bana aşık." derdi. Herkes ona tanrıları kızdırmaması gerektiğini, kızmış bir tanrının Dünya'ya felaket getireceğini söyledi. Ancak güzelliği kadar zekâsı olmayan bu kadın, Tanrılar Tanrısını kızdıracak ve insanlar ile tanrılar arasındaki savaşı başlatacaktı.

Konsey böyle bir şeyin olmasının imkanı olmadığı konusunda bir karar vermişti ve kesinlikle böyle bir şey olamazdı. Ancak sular seller gibi aşık olan tanrının yanında olanlar da yok değildi. Yüce güç bu ne dediğini bilmez tanrıyı sert bir dille ikaz etti! Tanrılar Tanrısı bu insana siyah bir gül gönderdi. Bu gül efsanelere göre kıyametin habercisiydi. Güzelliğiyle dillere destan kadın ise bunu hiçe sayarak aşığını bekledi. Zaten hiçbir insanın ona layık olmadığını düşünüyordu. Bir tanrı tam ona layık bir varlıktı. Güzelliğinden kendi bile etkileniyordu. Ömrünün çoğunu akarsu kenarlarında elinde aynasıyla geçiriyordu. Upuzun saçları sürekli suyun içindeydi. Efsanevi bir güzelliği vardı.

Konumunu hiçe sayan Tanrı ise Dünya'ya görkemli bir iniş yaptı. Aşkları için elinden gelen her şeyi yapacağını ve ne olursa olsun tüm insanlığı da koruyacağını söyledi. Yanında bir kaç Tanrı daha gelmişti. Bir kaç Tanrı ve insanlığın, Tanrılar Tanrısı ve konseyine karşı olan savaşı böylece başlamıştı.

Yıllar süren bu savaşın sonunda tüm evren yok oldu ve büyük bir patlamayla yepyeni bir yaşam alanı meydana geldi. Ancak geriye bir tanrı, iki insan ve görkemli bir efsane kalmıştı. Hiçkimse bu efsanenin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilemeyecekti ancak hiçbir zaman bu destan göz ardı edilmeyecekti...

AT, Kulaklık, Korsan

Şimdi AT ne ulan diyebilirsiniz ama adam "The AT one" olduğu için içine atlık işlemiş yani. MalihulyAT! verdi kelimeleri bizde bir şeyler yapacağız artık. Çok absürd olacak kusura bakmayın.

O bir at kaçakcısıydı. Bütün dünya bu mesleği ondan öğrenmişti. At korsanı dediler. At hırsızı dediler. At herif dediler. Atları kaçırıyordu ve kimse daha sonra o atlara ne yaptığını bilmiyordu. Sizde televizyonlarınızın başından bir an olsun başınızı kaldırıp gökyüzüne doğru kulağınızı uzatırsanız kişneyen atların sesini duyabilirsiniz.

Beraberinde getirdiği atlarla beraber harekete geçti. Hedefinde iki tane at vardı ve bu atlar öyle sizin bildiğiniz atlara benzemezdi. Atlardan birinin tüm vücudunda toplam 64 tane boynuz vardı. Bir diğer at ise kulaksızdı. Bu yüzden yanında o atın kulağını koyduğu bir kulaklık da vardı. Ama ilginçtir ki bu kulakl çok büyüktü ve haliyle kulaklık da. Her yerde bu kulağın sahibi atı arıyordu. Her bulduğu atın önce bir kulağına bakardı kulak var mı diye bir de ata bakardı aradığı kulaksız bu mu diye. Öncelikli hedefi 64 boynuzlu atı bulmaktı çünkü rivayete göre 64 boynuzlu atın on boynuzunda kulaksız atın yerine dair bilgiler vardı. Boynuzlu atın yerini tespit etmişti ve onu pusuya yatırdı. Yanındaki onlarca at ile boynuzlu ata saldırıp onu da ele geçirdi ve bir kaç elf sözü söyleyip onu sakinleştirerek uyuttu. Uyuttuktan sonra boynuzlarını yavaşca koparmaya başladı. İlginçti ki bir külah gibi kırılganlardı ve boynuzları kırmaya atın eyer konulan kısmından başladı. Boynuzlardan çıkan kağıtların birinde; "Efsaneye göre bir at korsanı gelecek ve bu atı daha üstün bir amaç kullanacak!" yazıyordu. Diğer sekiz kağıtta ise 64 boynuzun anlamı ve bu sayının sebebi yazıyordu ancak çok uzun olduğu için kağıtı bir kenara fırlattı. Sonunda son kağıdı bulmuştu. Bu kağıtta atın yeri yazıyordu. Atın sadece alnında bir boynuz kalmıştı. 64 boynuz olmuştu tek boynuz. Tek boynuzlu atına binip dört nala koşarken elinde bulunan kağıdın at dışkısından yapıldığının farkına vardı. Tam atacakken böyle bir şeyin çok normal olduğunu düşündü ve yoluna devam etti. Yerin dibine doğru yol almaya başladı. Allah'ın atının yerin dibinde ne işi vardıysa o da muallaktaydı. Eğer biri ona şaka yapıyorduysa onun da atının cılkını çıkaracağına dair yemin etti. Yerin altmış dört bin kilometre derinliğinde kulaksız atını bulacağını düşünürken kanatsız bir at buldu. Kulaklığındaki kulağı çıkartıp aslında taşıdığı şeyin kulak değil kanat olduğunu anladı. Tek kanatlı bembeyaz ata yanında olan kanatı da dikip tam gaz gökyüzüne doğru uçtu. Tüm atları sakladığı at evrenine geçmek üzere at geçidinden geçti ve at diyarının at kralı olmak için vaad ettiği iki atı getirmişti. Artık at topraklarının "The AT one" ünvanlı kralıydı...

Gökkuşağı, zaman, koku

Bu hikaye Mor, kelebek, korku ve de Kar, Gül, Evren hikayelerinin devamıdır ve sonuncu bölümdür. Bu sefer kelimeleri ronin yerine seferbaz verdi. Hadi bakalım.

Bu küçük kelebeğin hiçbir şeyden haberi yoktu ancak intihar eden kelebek ve onu kovalayan çocuk beraber ölerek bir solucan deliği yaratmışlardı. İkisinin de birbirine olan ihtiyaçları bu ormandaki mor rengin laneti kuralına ters düşmüştü ve bu da zamanda bir delik oluşturmuştu. Kelebek de düşünceler arasında bu tersliği fark etmeden bu delikten geçmişti.

Uyandığında kanatlarını hissetmiyordu. En son gördüğü şeyi hatırlamaya çalıştı. Bayılmadan önce kar yağıyordu. Evet bu olmalıydı. Kanatları buzlaşmış ve donmuştu. Ama şu an yağmur yağıyordu. Yağmur kanatlarını çözmüş ama hareket kabiliyetini de ondan almıştı. Tam bu sırada kanatlarını yiyen böcekleri fark etti. Şöyle bir silkindi ancak kanatları delik deşik olmuştu. Can çekişiyordu. Kaçamıyordu.

Hiçbir şey yapamadığından içinde bulunduğu durumu düşünmeye koyuldu. Nasıl böyle bir şey olmuştu. Rüya mı görüyordu? Bu olanlara anlam veremiyordu. Daha sonar tekrar aklına intihar eden kelebek geldi. Onu tekrar görmüştü. Bu nasıl olabilirdi? Belki de gerçekten de yaşadıkları ormandan başka ormanlarda vardı. Başka yaşam alanları...

Bu sırada değişik bir koku almaya başladı. Daha önce böyle bir şeyi koklamamıştı. Daha önce bir koku onda böyle bir his uyandırmamıştı. Bu kokunun geldiği yöne doğru baktı. Ölmüş olması gereken kelebek gözlerinin önündeydi ve ona bakıyordu. Acıdan tekrar bayılacak gibi oldu. Bu sırada yağmurun durduğunu ve güneşin ortaya çıktığını gördü. Göz kamaştıracak kadar güzel renk şöleni de ardından belirdi. Gökkuşağıydı bu. Gerçekten de çok güzeldi. Efsaneye göre gökkuşağının sonuna giden herkes mutlu olabilirdi. Uykuya daldı...

Tekrar uyandığında bir ağaç kovuğunun içindeydi ve o kelebekte onunla birlikteydi. Hâlâ bu hoş koku burnuna hücum ediyordu. Aynı anda hem tad alıyor hem kokluyor hem hissediyor hem görüyor hem de kelebeğin sesini duyuyordu. Bu çok leziz bir karışımdı. Daha sonra gözü dışarıya doğru kaydı. Su birikintisini ve ondan yansıyan gökkuşağını gördü. Ölmüş olması gereken bu çaresiz kelebeğin isteğini anlamış gibiydi ve onu sırtına alıp gökkuşağının sonuna doğru uçmaya başladı. Artık son zamanlarını yaşıyordu bu küçük kelebek. Yol boyunca gökkuşağına ve kelebeğe bakıp durdu. Renkler yavaş yavaş kaybolmaya başlıyordu ama artık renklerin sonu veya başlangıcı olan yere gelmişlerdi. Dileğini dledi ve hayata gözlerini yumdu...

Zaman bu dileği gerçekleştirmek için tüm dakikalarını, saniyelerini, saliselerini ve tüm zaman zerreciklerini seferber etti. Tüm tarihi lanetsiz bir şekilde yeniden düzenledi. Artık dünyada hiçkimse yalnız kalmayacaktı ve lanet diye bir şey bir daha olmayacaktı...

Nöbet-şeker-okyanus

Bu kelimeleri bana Tuğba verdi. Tuğba diye bahsediyorum sanki askerlik arkadaşımmış gibi ama yok öyle bir şey nerdeyse tanımıyorum bile. Neyse ne yapıyoruz? Ona teşekkürlerimizi borç bilip bu borcumuzu asla ödemeden yazımızı yazmaya koyuluyoruz.

Okyanusun derinliklerinde kendisi gibi ufak balıkların hiçbir zaman bilemeyeceği ve belki de tahmin bile edemeyeceği bir yer vardı. Okyanus Kralı'nın kesin emri vardı. Ama bu emir durup dururken ortaya çıkmıştı. Okyanusun üst kısmından kimsenin denizin derinlerine inme hakkı yoktu. Yılan balıkları birinci kademe nöbetçileriydi. Daha sonra kılıç ve testere balıkları ve bir sır gibi tutulan yerin kapısında ise köpek balıkları yer alıyordu. Derinlerden bir arkadaşı vardı ve ona bilgi sızdırıyordu. Bunlar önemli bilgilerdi çünkü merakını bastıramamaktaydı.

Arkadaşlarıyla bu konuyu konuşmak için hepsini bir araya topladı. Hiçbir arkadaşı ona bu konuda yardımcı olacak gibi gözükmüyordu. Aşağıya gitmekten korkuyorlardı. Haklı ve mantıklı bir korkuydu bu. En azından nöbetçileri atlatmasında yardımcı olmalarını istedi onlardan. Bu konu da hemfikir oldular ve bir süre boyunca nöbetçilerin vardiyalarını izlemeye koyuldular. Bu sırada karınları acıktığı için yanlarına atıştırmalık şeker almışlardı. Yanlarında hem insanların yaptığı şeker, hem de bu şekerden yola çıkarak kendilerinin yaptığı şeker vardı. İkisi de birbirinden lezizdi. İnsanların denize attıkları bir çok şeyden en iyi şekilde yararlanıyorlardı. Sabaha doğru vardiya değişiminde oluşan bir boşluk gördüler ve bunu kullanmaya karar verdiler. İlk kısımdan hepsi beraber geçti ancak yılan balıklarından bazıları elektrik salmışlardı. İçleri bir anlık şoka uğradı. Bir arkadaşı bayıldı ve diğer bir arkadaşı da bayılan arkadaşını eve geri götürdü. Dört kişi kalmışlardı ve önlerinde keskin dişli hayvanlar bulunmaktaydı. Üç arkadaşı da birbirleriyle kavga ediyormuş gibi yaptılar. Nöbetçilerden bir kaçı nöbet yerini bırakıp hemen balıkların yanına geldiler. Arkadaşlarına bakıp onlara içinden teşekkür ettikten sonra ikinci kademeyi de atlayıp en zorlu kısma geldiğinde köpek balıklarını aşmak için iyi bir yöntem düşünmeye koyuldu. Bu sırada korudukları şeyin bir gemi olduğunun farkına vardı. Koskocaman bir gemiydi. İçinde ne olabilirdi ki? Yemek mi? Hazine mi? Şan mı, şöhret mi? Bilmiyordu ama merak ediyordu. Bu yüzden buradaydı ya zaten.

Aklına başka bir şey gelmeyince yeri kazımaya başladı. Yeri kazıyıp gemiye doğru bir tünel oluşturdu. Tüneli yapması günlerini almıştı. Açlıktan kavruluyordu ama sonunda gemiye gelebilmişti. Geminin içine göz gezdirecekken bayıldı.

Gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi ve bu yerin balık hastanesi olduğunu düşündü. O uyanınca hemen krala haber verildi. Kral, ona iyice yaklaşıp can-ı gönülden tebrik etti. Denizin en cesur balığına verilen ünvan olan deniz şövalyesi ünvanını verdi ve kızıyla evlendirme sözü verdi. Derinliklere getirilen bu yasağın tek sebebi kızına layık birini bulma amacıydı. Daha sonra kral doktorlarla bir şeyler konuşup gözden kayboldu.

Deniz prensesi mi? Duyduğuna göre o göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olan harika bir deniz canlısıydı. Rüya gördüğünü düşünüyordu ancak bir süre sonra fark etti ki yaşanılan bu şeylerin hepsi gerçekti.

Kral tüm nöbetçileri geri çağırdı ve yeni bir ferman yayınladı. Artık yasak yoktu ve yeni kral belli olmuştu! Sevinçten dört köşe olduktan sonra hermen arkadaşlarını saraya çağırmak istedi. Kral buna izin verdi arkadaşlarının hikayelerini duydu. Hepsine birer onur madalyası verdi.

Seneler sonra kendisi de böyle bir yöntem kullanıp kızına bir prens arayacaktı ve bu geleneği sürdürecekti...

5 Şubat 2013 Salı

anime,makale,maymun

Bara-chan! Ne yapıyorsun sen?! Can sıkıntının acısını neden benden çıkartıyorsun?!

Çok sevdiği animeleri izlerken kendinden geçmek bir yana kendini unutuyordu. Bir çok kişiye göre bu yaptığı çocukça bir şeydi. Özellikle de 28 yaşında biri için. Bir çok kişi animenin ne olduğunu bilmeden küçümseme adına animeye çizgi film diyordu. Belki çizgilerden oluşuyordu. Haklılardı. Ancak izlemeden yaptıkları yorumlar bir şeyin tadına bakmadan kötü diye yememek kadar önyargılı bir şeydi. Bununla ilgili bir şeyler yapması gerekiyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini hissediyordu. Çocuk olmakla ilgili bir sıkıntısı yoktu ancak çok sevdiği animenin yanlış tanınmasını istemiyordu. Hayatı boyunca sürekli yanlış anlaşılmalarla karşı karşıya kalmıştı. Belki de bu yüzden gazeteci olmaya karar vermişti ve makaleler yazarak insanları bilgilendirmeye çalışıyordu. Bilmemek başka bir şeydi, bilmeden konuşmak bambaşka. Armudu görmeden hayal etmeye kalkışan bir insanın yapacağı en iyi tahmin bir elmayı düşünmek olurdu. Çürük bir elma. Animenin ne kadar güzel bir şey olduğunu herkese anlatmak üzere ayrıntılı bir makale yazmaya oturdu. Yaptığı makaleye japon kültürünü de ekleyerek baş editörün böyle bir yazıyı görmezden gelmemesini garanti etmeye çalıştı. Başarılı da olmuştu. Editörün onayından geçen makalesi yarın sabah yayınlanacaktı. Elinden geldiğince açıklayıcı bir yazı sunduğunu düşünüyordu. Ama her zamanki gibi onu anlamayanlar olacaktı. Ona maymun diyeceklerdi. Beyinsiz bir maymun. Her zaman böyle derlerdi. Hatta bazı insanlar sırf muhalefet olmak için muhalefet olurlardı. Yazıyı bile okumadan tükürürmüşcesine kaba kelimeleri savururlardı. Tek doğru kendileri olan bu insanların onun için hiçbir önemi yoktu. Onlar artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olan kimselerdi. Önemli olan insanları bilgilendirmekti ve bunu başardığını düşünüyordu. Kendisiyle ilgili bir anime olsa nasıl olur diye düşündü ancak bu düşünceyi çabucak aklından attı çünkü bu çok klişe gözüktü. Görmüş geçirmiş insanların "Sana hayatımı anlatsam, on tane film, beş tane de kitap çıkar..." söylemleri gibi bir şeydi bu. Kendisine gülerek uykuya daldı ve mutlu bir rüya gördü...

4 Şubat 2013 Pazartesi

şarkı duygu hayat

Çoğu zaman arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılıyordu ve artık buna alışmaya başlamıştı. Bu yüzden yavaş yavaş etrafındaki insanlardan uzaklaşıyordu ya da etrafındaki insanları kendinden uzaklaştırıyordu. Hangisi olduğuna karar verememekteydi. Zaten bunun da bir önemi yoktu.

Etrafındaki onlarca duygusuz ve sadece kendini düşünen insanı gördükten sonra bu hayatta insana olan inancını da kaybetmişti ve bu yüzden de şarkıların içinde ki duyguları aramaya ve onları birer birer gün yüzüne çıkarmaya başlamıştı. Yavaş yavaş her bir şarkı farklı bir dünya ve her bir dünya da farklı bir arkadaş gibi görünmeye başladı. Artık yüzlerce hatta binlerce arkadaşı vardı ve bu onu mutlu ediyordu ya da sadece kendini kandırıyordu. Hayatta kendine bir hedef koymasının vakti gelmişti. Aksi takdirde kendini kandırması daha fazla sürmeyecekti. Bu konuyu konuşmak üzere arkadaşlarına danıştı. Bir arkadaşı ona, "Find a reason to live." demişti ve bunu duyan diğer arkadaşı da hemen "and find a good one!" diye eklemişti.


Bazen bazı insanlar birden fazla şansı hak ederdi ve insanlara ikinci bir şans vermesinin zamanı geldiğini söylemişti ona diğer bir arkadaşı. Bir çok fikir vardı bu yüzden bir çıkarım yapması saatlerini aldı.

Her bir arkadaşının birbirinden farklı görüşlerini dinledikten sonra bu görüşleri masaya yatırmaya karar verdi. Tüm görüşler aklında dolaşıyordu ancak bütün hepsiyle uğraşamazdı. Bu düşüncelerini sıraya koymak için arkadaşları da melodileriyle ona destek oldu. Uzun bir uğraşın sonunda insanlarla tekrar yakınlaşıp onlara ikinci bir şans vermeyi ve edindiği güzel insan arkadaşlarıyla bir grup kurmayı, daha sonra da bu grup ile arkadaş arayanlara sözleriyle ve sesleriyle yardımcı olmaya karar verdi. Tüm şarkılara ona hayatı daha kolay anlamasında yardımcı oldukları için teşekkür ettikten sonra eskiden kalma tüm duygularını dizginleyip hayatına yepyeni bir sayfa açmak için kendini sokağa attı...

Vasiyetine yazdığı tek şey de cenazesinde şarkı arkadaşları tarafından uğurlanmaktı çünkü onlar olmasaydı hayatını bu denli güzel bir şekilde geçiremezdi. Hayata gülümseyerek veda etmişti...