31 Ocak 2013 Perşembe

Mutsuzluk, umutsuzluk, astigmat

 Öncelikle bu yazının ilk kısmını ablam yazdı. Devamını da ben yazdım. Tabii ki de o çok güzel başladı ancak ben birazcık seviyesini düşürdüm. Benim düşüncem böyle :) Hilal bana ilk başta bu kelimeleri vermişti ve bende ben yazarsam karakteri öldürürüm dedim. Daha sonra farklı kelimeler verdi ama ben bunu ablam ile konuşunca ondan yazması konusunda ısrar ettim. Bir süre yazdıktan sonra bana devretti ve benden hikayeyi mutlu bitirmemi istedi. Ancak ben biraz patakladım karakteri aman neyse işte ortaya böyle bir hikaye çıktı :)
"Bu arada unutmuşum. Bir şey daha diyeyim kendi kısmımı yarım saatten kısa sürede yazdım ama genel olarak hikaye yarım saatten uzun sürdü."

Zzzzzzzzrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Umutsuzluk içinde alarmının kendiliğinden kapanmasını diledi ancak imkânsızdı. Bıkkın bir şekilde yataktan kalktı, el yordamıyla yatağının başından gözlüklerini buldu. 2.5 numara astigmat olan gözlerinin görebilmesi için gözlüklere ihtiyacı vardı. “Hay lanet!” Gözlüklerini takıp alarmı kapattı. Sıkıcı bir gün daha tüm korkunçluğuyla karşısındaydı.
-Tamam, yılmak yok! Her zamanki gibi. Nasıl tahammül ediyorsan öyle.
Hızla yüzünü yıkadı, kahvaltısını yapıp dişlerini fırçaladı. Akşamdan hazırladığı kıyafetlerini robotik bir alışkanlıkla giyip düz uzun saçlarını her zamanki gibi tek ve gevşek bir topuzla arkada topladı. Çıkarken aynada kendisine bakmadı bile.
Mutsuzluk hayatına hâkim olalı çok uzun bir zaman olmamıştı aslında. Sahi ne zamandı? Hayallerini hangi doğum gününde mutsuzluğunun ellerine teslim edip evlat acısı çeken bir anne misali, bakışlarındaki pırıltıyı ne zaman kaybetmişti?
İçinden ufak ve acı bir kahkaha kopardı
-Bakışlarımdaki pırıltı ha? 2.5 numara astigmat gözlerle ne pırıltısından bahsediyorum ben böyle? Gözlüklerim olmadan burnumun ucunu göremezken ve bir kör kadar boş bakarken ne pırıltısı?
Otomatikleşmiş bir şekilde arabasının anahtarını çıkardı, tam düğmeye basacakken birden sanki içinden bir ses saatine bakmasını söylemiş gibi, sanki baştan beri yapması gereken saatine bakmakmış gibi, sanki her gün arabasının kapısını açmadan saatine bakıyormuş gibi…
Sol kolundaki dijital saatine baktı.
7.34 A.M.
Nasıl? 8.30 olmalıydı. Masa saatini zaten 7.30’a kurduğuna emindi. Nasıl olur?
Birden her şeyi hatırladı. Dün gece kış saati uygulamasına geçilmiş, saatler 1 saat geri alınmıştı. Masa saati babaanne hatırası olduğundan kendisinin yatmadan önce geri alması gerekiyordu ama unutmuştu. Kol saati saat güncellemelerini otomatik olarak yapıyordu zaten.
-Lanet olsun! Dedi tıslayarak.
Mutsuzluk, umutsuzluk, karamsar ruh hali yakasını bırakmıyordu bir türlü.
-Ne istiyorsun tanrım? Dedi. Tanrıya inandığından değil, suçlayacak birini aradığından.
Aradaki vakti değerlendirmek için işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Siteden çıkıp caddeye adımını attığında en son ne zaman siteden yürüyerek çıktığını hatırlamadığını fark etti. “Epey uzun zaman olmuş olmalı.” Dikkatlice etraftaki yapıları, yeni açılan restoranları inceledi. Ne kadar da dikkatsizmiş bu yollardan geçip giderken.
-Falcı mı? Böyle açık açık falcı yazan mekanı da ilk defa görüyorum.
Gülümsedi. Neden olmasın? Her şeyde umutsuzluğun imzası varken üstündeki bu mutsuzluğu neden bir falcı almasın? Neden bir yalana inanıp birkaç dakikasını da olsa mutlu geçirmesin?
Dükkana girdi.
Kapıyı açtığında bir çan tıngırdadı kapının üstünde. “Bu kadar klişelik olmaz!” Tahmin ettiği gibi ortamda hiç masa sandalye yoktu. Sadece karşılıklı iki büyük minder ve ortada bir çeşit yükselti. “Sehpaya örtü mü örtmüş? Yok artık.” Yukarı çıkan gizemli tahta merdivenden ayak sesleri geldi. Aşağı inen kadın, Harry Potter ‘da ki beceriksiz falcı hoca Sybil Trelawney, dağınık saçlarıyla, kavanoz dibi gözlükleriyle ve kambur duruşuyla tam karşısında duruyordu. “Yok artık!” Elinde bir cam küreyle fotoğrafını çekmeliyim diye düşündü. Ofistekiler buna inanamayacaklar.
-Hoş geldiniz genç bayan. Dedi beceriksiz hoca. Filmdeki hocanın sesini pek hatırlayamadığından benzeyip benzemediğine karar veremedi bir türlü. Eliyle işaret ettiği yere oturdu usulca. “Sanki oturacak başka yer vardı.” Ortam hafif kasvetlenmişti. Karşısına oturdu ve dikkatle yüzüne bakmaya başladı.
-Eee benn.. Ne çeşit fallarınız var?
-Sizin ihtiyacın olan yalnız bir tane genç bayan. Diğerlerinin önemi yok. Sizin bir el falına ihtiyacınız var.
İtiraz etmedi. Elini uzattı yavaşça. Kadının dikkatli bakışları onu hafif ürkütmüş olsa da kendini 3. sınıf bir korku filminde gibi hissediyordu. İçten içe gelen alay etme isteğini güçlükle bastırıp “Ne görüyorsunuz?” diye sordu. Kadın onu duymamış gibi davrandı. “İşine konsantre olduğunu mu göstermeye çalışıyor?” “her neyse beni yarım saat oyaladığı sürece sorun yok.” Korkmadığını göstermek için o da kadının yüzüne dikkatle bakmaya başladı. Sırasıyla saçlarını, basık burnunu, gözlüklerin arkasından kocaman görünen ama aslında küçücük olan gözlerini inceledi. “Acaba gözlükleri kaç numara?” epey takıktı bu konuya. Kendi gözlüklerinden nefret ediyordu çünkü. Lenslerden iğreniyordu ve ameliyat yaptıracak cesareti yoktu. Hayatının başlı başına umutsuzluk kaynağı bu gözlükler olabilirdi.
Bu düşüncelere dalmışken kadın derin bir nefes aldı. Hazırlıksız yakalanmıştı. Yerinden sıçradığını saklayamadı bile. Kadın kafasını kaldırıp yüzüne baktığında hala göğüs kafesinin hızla inip kalkmasını bastıramamıştı.
-Gözlüklerinnn dedi kadın vurgulu bir şekilde. Yakın zamanda gözlüklerin seni mutlu edecek.
“Nasıl? Sevmediğini anlamış mıydı? Mutsuzluğunun farkında mıydı? Nasıl olur? Yoksa? Daha kötüsü… yüzünde gerçekten de ilk dikkat çeken şey gözlükleri miydi?”
-teşekkür ederim. Deyip alelacele kalktı oradan. Biraz para bırakmıştı ama ne kadar olduğunun o da farkında değildi. Bir sadaka da olabilirdi bir servet de.

Aradan bir kaç gün geçmişti ve her zamanki gibi işini basit ve tek fonksiyonlu çalışan bir robotmuş gibi tüm gününü bilgisayar programı titizliğinde bitirdikten sonra eve gitmek üzere arabasına doğru ilerlerken aklına birden, birkaç gün önce zaman öldürmek için gittiği falcı kadının gözlüğü hakkında söylediği şey geldi. Gözlükler... Bu lanet olası gözlükler onu, hayır, herhangi birini, nasıl mutlu edebilirdi ki? Saçmalıktan ibaret olan başka bir şeydi bu da. Arabasını çalıştırdı ve falı da falcıyı da, yol çizgileri gibi, gerisinde bıraktı. Trafik lambası yeşilden sarıya doğru geçerken, hayatına olan tüm öfkesinin intikamını çıkarırcasına gazı kökledi. Çünkü bir an önce eve gidip yatağına uzanmak ve bu aptal gözlüğü çıkarıp rahatça hayallerine dalmak istiyordu. Arabası son hızla ilerlerken, o kırmızı ışıkta geçtiğinin farkında değildi. Tam da bu esnada sağ tarafından gelen aracın sesini duydu ve son hatırladığı, çarptığı aracın sürücüsüydü.

Gözlerini korkutucu bir karanlığa açmıştı. En azından açtığını sanıyordu. Karşısında karanlıktan başka bir şey yoktu. Gözlerini tekrar kapadı. Bir kez daha göz kapaklarını, dükkânın kepenklerini kaldırırmışçasına ağır ağır kaldırdı ancak sonuç aynıydı. Hiçbir şey göremiyordu! Kulaklarındaki uğultuyu nasıl bastırmalıydı? Neler oluyordu? Gözlüğüne olan ihtiyacı bu kez ona biraz sempati duymasına sebep olacaktı ki sorunun sadece gözlükten olmadığının farkına vardı. Her taraf karanlıktı. El yordamıyla etrafta gözlüğünü aramaya başlad… o da ne? Elini kaldıramıyordu. Hareket edemiyordu. Bu yorgunluk hissi neydi? Dehşet içinde koluna bir şeyin enjekte edildiğini hissetti ve uykuya daldı.
Arabanın içine geri dönmüştü. Gazı kökleyişi, kırmızı ışık, çarptığı arabanın içindeki sürücünün dehşet dolu bakışları. “Aahh… rüya olmalı.” Rüyasında kaza anını film izlermişcesine görebiliyordu. Gözlerine giren, gözlüğünün kırık cam parçalarını ve takla atan arabasının dehşet verici görüntüsü hafızasına bir daktilo misali yavaş yavaş işliyordu. Simsiyah bir kağıda yazılan harfler kıpkırmızı kanın rengiyle dehşet verici bir görüntü oluşturuyordu.

Uyanıp kendine geldiğinde göz kapaklarını gün ortasında güneşe bakıyormuş gibi çok kısık bir şekilde araladı. Bu sefer parlayan renkler görüyordu. Kafası karışmıştı ve tekrar gözlerini kapadı. Uykuya dalmıştı.

Tekrar uyandığında çok daha iyi bir şekilde gözlerini açabilmişti. İlk olarak gözlerini dikmiş ona bakan doktoru fark etti ancak bu işte bir gariplik vardı. Doktor, kaza yaptığı kişinin ta kendisiydi! İşin daha da ilginci bu sefer nasıl oluyordu da görebiliyordu. Ellerini şakaklarına götürdü. Tahmin ettiği gibi gözlükleri yoktu! Doktor ona tüm olan biteni anlattı. Kız tekrar şoka uğramıştı. Duyduklarına inanamıyordu. Kaza yaptığı kişi bir göz doktoruydu ve gözlük camının parçaladığı gözlerini yepyeni ve sapasağlam bir çift gözle değiştirmişti. Doktora bu anlattıklarından sonra binlerce kez teşekkür etti ve aynı zamanda yapılan kazanın kendi suçu olduğunu bildiği için de, doktordan on binlerce kez özür diledi.

Doktor yeni gözlerine alışması zor olacağı için bir süre daha hastane de kalması gerektiğini söyledi. On gün boyunca hastane de kaldı ve bu günlerde iş arkadaşları onu ziyarete geldiler. Taburcu olduktan sonra doktor da ona yardımcı oldu ve bir süre sonra birbirlerine aşık olduklarının farkına vardılar. Aradan iki sene geçti ve evlenmeye karar verdiler. Evlenecekleri gün falcıyı bulup ona teşekkür etmek ve düğününe çağırmak istedi ancak falcıyı yerinde bulamadı. Yukarı bakıp teşekkür etti. İnandığından değildi ya sadece içinde kalmasını istemiyordu. Belki de tüm mutsuzluğu ve umutsuzluğundan hayatında en çok nefret ettiği gözlüğü sayesinde kurtulmuştu ve bunun için minnettardı. Yıllar sonra, işten eve doğru dönerken bir falcı daha gördü. Anıları canlandı. Tam girmeye karar vermişti ki bir kez daha hayatının değişmesini istemediğini düşünüp vazgeçti. Çünkü bu olanların her ne kadar falcı dedi diye olmadığını bilse de gazı köklediği zaman falcıya olan kızgınlığının da bugünlere gelmesinde büyük bir payı vardı. Daha fazla değişikliğe ihtiyacı yoktu. Artık mutluydu! Umutluydu! Ve gözlüksüz de görebiliyordu!
-Daha ne olsun be!

Hiç yorum yok: