31 Ocak 2013 Perşembe

Mutsuzluk, umutsuzluk, astigmat

 Öncelikle bu yazının ilk kısmını ablam yazdı. Devamını da ben yazdım. Tabii ki de o çok güzel başladı ancak ben birazcık seviyesini düşürdüm. Benim düşüncem böyle :) Hilal bana ilk başta bu kelimeleri vermişti ve bende ben yazarsam karakteri öldürürüm dedim. Daha sonra farklı kelimeler verdi ama ben bunu ablam ile konuşunca ondan yazması konusunda ısrar ettim. Bir süre yazdıktan sonra bana devretti ve benden hikayeyi mutlu bitirmemi istedi. Ancak ben biraz patakladım karakteri aman neyse işte ortaya böyle bir hikaye çıktı :)
"Bu arada unutmuşum. Bir şey daha diyeyim kendi kısmımı yarım saatten kısa sürede yazdım ama genel olarak hikaye yarım saatten uzun sürdü."

Zzzzzzzzrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Umutsuzluk içinde alarmının kendiliğinden kapanmasını diledi ancak imkânsızdı. Bıkkın bir şekilde yataktan kalktı, el yordamıyla yatağının başından gözlüklerini buldu. 2.5 numara astigmat olan gözlerinin görebilmesi için gözlüklere ihtiyacı vardı. “Hay lanet!” Gözlüklerini takıp alarmı kapattı. Sıkıcı bir gün daha tüm korkunçluğuyla karşısındaydı.
-Tamam, yılmak yok! Her zamanki gibi. Nasıl tahammül ediyorsan öyle.
Hızla yüzünü yıkadı, kahvaltısını yapıp dişlerini fırçaladı. Akşamdan hazırladığı kıyafetlerini robotik bir alışkanlıkla giyip düz uzun saçlarını her zamanki gibi tek ve gevşek bir topuzla arkada topladı. Çıkarken aynada kendisine bakmadı bile.
Mutsuzluk hayatına hâkim olalı çok uzun bir zaman olmamıştı aslında. Sahi ne zamandı? Hayallerini hangi doğum gününde mutsuzluğunun ellerine teslim edip evlat acısı çeken bir anne misali, bakışlarındaki pırıltıyı ne zaman kaybetmişti?
İçinden ufak ve acı bir kahkaha kopardı
-Bakışlarımdaki pırıltı ha? 2.5 numara astigmat gözlerle ne pırıltısından bahsediyorum ben böyle? Gözlüklerim olmadan burnumun ucunu göremezken ve bir kör kadar boş bakarken ne pırıltısı?
Otomatikleşmiş bir şekilde arabasının anahtarını çıkardı, tam düğmeye basacakken birden sanki içinden bir ses saatine bakmasını söylemiş gibi, sanki baştan beri yapması gereken saatine bakmakmış gibi, sanki her gün arabasının kapısını açmadan saatine bakıyormuş gibi…
Sol kolundaki dijital saatine baktı.
7.34 A.M.
Nasıl? 8.30 olmalıydı. Masa saatini zaten 7.30’a kurduğuna emindi. Nasıl olur?
Birden her şeyi hatırladı. Dün gece kış saati uygulamasına geçilmiş, saatler 1 saat geri alınmıştı. Masa saati babaanne hatırası olduğundan kendisinin yatmadan önce geri alması gerekiyordu ama unutmuştu. Kol saati saat güncellemelerini otomatik olarak yapıyordu zaten.
-Lanet olsun! Dedi tıslayarak.
Mutsuzluk, umutsuzluk, karamsar ruh hali yakasını bırakmıyordu bir türlü.
-Ne istiyorsun tanrım? Dedi. Tanrıya inandığından değil, suçlayacak birini aradığından.
Aradaki vakti değerlendirmek için işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Siteden çıkıp caddeye adımını attığında en son ne zaman siteden yürüyerek çıktığını hatırlamadığını fark etti. “Epey uzun zaman olmuş olmalı.” Dikkatlice etraftaki yapıları, yeni açılan restoranları inceledi. Ne kadar da dikkatsizmiş bu yollardan geçip giderken.
-Falcı mı? Böyle açık açık falcı yazan mekanı da ilk defa görüyorum.
Gülümsedi. Neden olmasın? Her şeyde umutsuzluğun imzası varken üstündeki bu mutsuzluğu neden bir falcı almasın? Neden bir yalana inanıp birkaç dakikasını da olsa mutlu geçirmesin?
Dükkana girdi.
Kapıyı açtığında bir çan tıngırdadı kapının üstünde. “Bu kadar klişelik olmaz!” Tahmin ettiği gibi ortamda hiç masa sandalye yoktu. Sadece karşılıklı iki büyük minder ve ortada bir çeşit yükselti. “Sehpaya örtü mü örtmüş? Yok artık.” Yukarı çıkan gizemli tahta merdivenden ayak sesleri geldi. Aşağı inen kadın, Harry Potter ‘da ki beceriksiz falcı hoca Sybil Trelawney, dağınık saçlarıyla, kavanoz dibi gözlükleriyle ve kambur duruşuyla tam karşısında duruyordu. “Yok artık!” Elinde bir cam küreyle fotoğrafını çekmeliyim diye düşündü. Ofistekiler buna inanamayacaklar.
-Hoş geldiniz genç bayan. Dedi beceriksiz hoca. Filmdeki hocanın sesini pek hatırlayamadığından benzeyip benzemediğine karar veremedi bir türlü. Eliyle işaret ettiği yere oturdu usulca. “Sanki oturacak başka yer vardı.” Ortam hafif kasvetlenmişti. Karşısına oturdu ve dikkatle yüzüne bakmaya başladı.
-Eee benn.. Ne çeşit fallarınız var?
-Sizin ihtiyacın olan yalnız bir tane genç bayan. Diğerlerinin önemi yok. Sizin bir el falına ihtiyacınız var.
İtiraz etmedi. Elini uzattı yavaşça. Kadının dikkatli bakışları onu hafif ürkütmüş olsa da kendini 3. sınıf bir korku filminde gibi hissediyordu. İçten içe gelen alay etme isteğini güçlükle bastırıp “Ne görüyorsunuz?” diye sordu. Kadın onu duymamış gibi davrandı. “İşine konsantre olduğunu mu göstermeye çalışıyor?” “her neyse beni yarım saat oyaladığı sürece sorun yok.” Korkmadığını göstermek için o da kadının yüzüne dikkatle bakmaya başladı. Sırasıyla saçlarını, basık burnunu, gözlüklerin arkasından kocaman görünen ama aslında küçücük olan gözlerini inceledi. “Acaba gözlükleri kaç numara?” epey takıktı bu konuya. Kendi gözlüklerinden nefret ediyordu çünkü. Lenslerden iğreniyordu ve ameliyat yaptıracak cesareti yoktu. Hayatının başlı başına umutsuzluk kaynağı bu gözlükler olabilirdi.
Bu düşüncelere dalmışken kadın derin bir nefes aldı. Hazırlıksız yakalanmıştı. Yerinden sıçradığını saklayamadı bile. Kadın kafasını kaldırıp yüzüne baktığında hala göğüs kafesinin hızla inip kalkmasını bastıramamıştı.
-Gözlüklerinnn dedi kadın vurgulu bir şekilde. Yakın zamanda gözlüklerin seni mutlu edecek.
“Nasıl? Sevmediğini anlamış mıydı? Mutsuzluğunun farkında mıydı? Nasıl olur? Yoksa? Daha kötüsü… yüzünde gerçekten de ilk dikkat çeken şey gözlükleri miydi?”
-teşekkür ederim. Deyip alelacele kalktı oradan. Biraz para bırakmıştı ama ne kadar olduğunun o da farkında değildi. Bir sadaka da olabilirdi bir servet de.

Aradan bir kaç gün geçmişti ve her zamanki gibi işini basit ve tek fonksiyonlu çalışan bir robotmuş gibi tüm gününü bilgisayar programı titizliğinde bitirdikten sonra eve gitmek üzere arabasına doğru ilerlerken aklına birden, birkaç gün önce zaman öldürmek için gittiği falcı kadının gözlüğü hakkında söylediği şey geldi. Gözlükler... Bu lanet olası gözlükler onu, hayır, herhangi birini, nasıl mutlu edebilirdi ki? Saçmalıktan ibaret olan başka bir şeydi bu da. Arabasını çalıştırdı ve falı da falcıyı da, yol çizgileri gibi, gerisinde bıraktı. Trafik lambası yeşilden sarıya doğru geçerken, hayatına olan tüm öfkesinin intikamını çıkarırcasına gazı kökledi. Çünkü bir an önce eve gidip yatağına uzanmak ve bu aptal gözlüğü çıkarıp rahatça hayallerine dalmak istiyordu. Arabası son hızla ilerlerken, o kırmızı ışıkta geçtiğinin farkında değildi. Tam da bu esnada sağ tarafından gelen aracın sesini duydu ve son hatırladığı, çarptığı aracın sürücüsüydü.

Gözlerini korkutucu bir karanlığa açmıştı. En azından açtığını sanıyordu. Karşısında karanlıktan başka bir şey yoktu. Gözlerini tekrar kapadı. Bir kez daha göz kapaklarını, dükkânın kepenklerini kaldırırmışçasına ağır ağır kaldırdı ancak sonuç aynıydı. Hiçbir şey göremiyordu! Kulaklarındaki uğultuyu nasıl bastırmalıydı? Neler oluyordu? Gözlüğüne olan ihtiyacı bu kez ona biraz sempati duymasına sebep olacaktı ki sorunun sadece gözlükten olmadığının farkına vardı. Her taraf karanlıktı. El yordamıyla etrafta gözlüğünü aramaya başlad… o da ne? Elini kaldıramıyordu. Hareket edemiyordu. Bu yorgunluk hissi neydi? Dehşet içinde koluna bir şeyin enjekte edildiğini hissetti ve uykuya daldı.
Arabanın içine geri dönmüştü. Gazı kökleyişi, kırmızı ışık, çarptığı arabanın içindeki sürücünün dehşet dolu bakışları. “Aahh… rüya olmalı.” Rüyasında kaza anını film izlermişcesine görebiliyordu. Gözlerine giren, gözlüğünün kırık cam parçalarını ve takla atan arabasının dehşet verici görüntüsü hafızasına bir daktilo misali yavaş yavaş işliyordu. Simsiyah bir kağıda yazılan harfler kıpkırmızı kanın rengiyle dehşet verici bir görüntü oluşturuyordu.

Uyanıp kendine geldiğinde göz kapaklarını gün ortasında güneşe bakıyormuş gibi çok kısık bir şekilde araladı. Bu sefer parlayan renkler görüyordu. Kafası karışmıştı ve tekrar gözlerini kapadı. Uykuya dalmıştı.

Tekrar uyandığında çok daha iyi bir şekilde gözlerini açabilmişti. İlk olarak gözlerini dikmiş ona bakan doktoru fark etti ancak bu işte bir gariplik vardı. Doktor, kaza yaptığı kişinin ta kendisiydi! İşin daha da ilginci bu sefer nasıl oluyordu da görebiliyordu. Ellerini şakaklarına götürdü. Tahmin ettiği gibi gözlükleri yoktu! Doktor ona tüm olan biteni anlattı. Kız tekrar şoka uğramıştı. Duyduklarına inanamıyordu. Kaza yaptığı kişi bir göz doktoruydu ve gözlük camının parçaladığı gözlerini yepyeni ve sapasağlam bir çift gözle değiştirmişti. Doktora bu anlattıklarından sonra binlerce kez teşekkür etti ve aynı zamanda yapılan kazanın kendi suçu olduğunu bildiği için de, doktordan on binlerce kez özür diledi.

Doktor yeni gözlerine alışması zor olacağı için bir süre daha hastane de kalması gerektiğini söyledi. On gün boyunca hastane de kaldı ve bu günlerde iş arkadaşları onu ziyarete geldiler. Taburcu olduktan sonra doktor da ona yardımcı oldu ve bir süre sonra birbirlerine aşık olduklarının farkına vardılar. Aradan iki sene geçti ve evlenmeye karar verdiler. Evlenecekleri gün falcıyı bulup ona teşekkür etmek ve düğününe çağırmak istedi ancak falcıyı yerinde bulamadı. Yukarı bakıp teşekkür etti. İnandığından değildi ya sadece içinde kalmasını istemiyordu. Belki de tüm mutsuzluğu ve umutsuzluğundan hayatında en çok nefret ettiği gözlüğü sayesinde kurtulmuştu ve bunun için minnettardı. Yıllar sonra, işten eve doğru dönerken bir falcı daha gördü. Anıları canlandı. Tam girmeye karar vermişti ki bir kez daha hayatının değişmesini istemediğini düşünüp vazgeçti. Çünkü bu olanların her ne kadar falcı dedi diye olmadığını bilse de gazı köklediği zaman falcıya olan kızgınlığının da bugünlere gelmesinde büyük bir payı vardı. Daha fazla değişikliğe ihtiyacı yoktu. Artık mutluydu! Umutluydu! Ve gözlüksüz de görebiliyordu!
-Daha ne olsun be!

29 Ocak 2013 Salı

Farkındalık, aitlik, karma

Nisa değişik biri. Kelime vermesi bu kadar uzun süren birini daha görmemekle beraber aklından neler geçtiğini de merak ettim bu kelimeleri düşünürken ve benim de şimdi yapmam gereken şey ona layık bir hikaye hazırlayabilmek.


Eğitim gördüğü dojoda bir şeylerin garip gittiğini düşünüyordu. Bununla ilgili bir şeyler yapması gerektiğinin farkındaydı ancak dojosunun da belli başlı inançları ve bu inançlara dair yaşayış tarzları ile birlikte bir de bu tarzları sistematik bir düzene koyan kuralları vardı. Bunlardan biri de karma felsefesiydi. İnsan ne ekerse onu biçerdi. Yapılan iyi ya da kötü her şey dönüp dolaşıp layığıyla kendisine eşit miktarda dönerdi. Evrenin bu sistemi adalete olan inancın asla sarsılmayacağının bir kanıtıydı. Bu yüzden dojonun kuralları da açık ve netti. Bu inancın sarsılacağı düşünüldüğü vakit gereği yapılırdı. Bu gereği yapılması gereken şeyi kendisinin yapmasının zamanı gelmişti. Bu bir farkındalık durumuydu. Etrafında olup biteni tüm bilinciyle açık ve net bir biçimde olduğu gibi büyük bir resim halinde görebilmekteydi.

Bir takım şeytani güçlerin eğitmenini ve eğitim gören arkadaşlarını yavaş yavaş ele geçirdiğini hissediyordu. Oysa kendini bu yere ait hissediyordu ve bu aitliğin bozulmasını istemiyordu ancak yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yapması için doğru zamanı kollamaya başlamıştı. Bedeli neyse ödeyecekti. Dojoda eğitim gören herkesin kaldığı yer aynıydı. Gece vakti geldiğinde tüm samuraylar kendileri için hazırlanan program doğrultusunda yataklarına giriyorlardı. Bir süre sonra herkesin uyuduğuna emin olup tüm arkadaşlarını büyük bir hüzün içerisinde kesmeye başladı. Her kestiği kişinin içinden değişik bir aura çıktığını seziyordu ve bu aura gitgide görülür bir şekle büründü. Bazı genç samuray adayları ölürken çığlık atıyorlardı çünkü daha acıyı bastırmayı öğrenememişlerdi ve aslında çığlık atan kişiler sadece bu genç samuraylar değildi çünkü her kestiği arkadaşı için iç sesi de çığlık atıyordu. Çok acı çekiyordu. Birilerinin uyanacağının farkına varıp odadaki herkesi hızlı bir şekilde kesti. Ancak eğitmenleri odada yoktu ve bunun farkına varınca dışarıya çıkıp onu aramaya koyuldu. Dojoya girdiğinde eğitmenin elinde katanasıyla onu beklediğini gördü. Yorulmuştu ancak amacına ulaşması ve bu ait olduğu yeri huzura kavuşturması için elinden geleni ardına koymamalıydı. Uzun süren çatışma ve kılıç sesleri doğrultusunda eğitmenini yenemeyeceğini anlayıp bilerek katana darbesine karnından yedi. Eğitmenin kılıcını sıkıca tutup kendi kılıcını eğitmenine sapladı. Eğitmen şok içinde öğrencisine bakarken hayata gözlerini yumdu ve korkunç bir aura bedeninden buharlaşırcasına göğe doğru yükseldi. Artık son saniyeleri olduğunu biliyordu. Bu bir farkındalıktı. Ölmesi gerektiğinin bu zor kararı verirken farkına varmıştı. Artık dojosu huzurlu bir yerdi ve kendince doğru olanı yaparak gururlu bir şekilde öldüğünü düşünüyordu. Ancak bilmediği tek şey asıl korkunç auranın kendisinden çıktığıydı... Huzura kavuşturduğu yer aslında huzur içindeydi ancak bunu, şeytani güçler yüzünden farklı bir şekilde görmüştü. Şanslıydı çünkü bunu bilmiyordu... Karma bir şekilde bu hüznünü bu iyilikle dengelemişti...

28 Ocak 2013 Pazartesi

Kar, Gül, Evren

Bu hikaye Mor, kelebek, korku hikayesinin devamı niteliğindedir ve kelimeleri yine Lythrial ve nam-ı diğer adıyla Ronin arkadaşımız vermiştir. Bakalım neler çıkacak :)

Bir süredir bu ormanda yaşamasına rağmen daha önce hiç görmediği renkte bir canlı görmüştü. Hatta böyle bir şeyi işitmemişti bile. Gördüğü canlı da ona dikkatli bir şekilde bakıyordu. Ancak bir anda başını çevirip oradaki bir çiçeğe ayaklarını koyduğunu gördü. Mor rengi bu ormanda akla laneti getiren bir renkti. Böyle bir renk ormanın huzurunu kaçırıyordu. Gördüğü kelebeğin ayaklarını koyduğu çiçeğe daha yakından bakınca bu çiçeğin aslında mor bir gül olduğunun farkına vardı. Dehşete düşecek gibi oldu ancak kendini çabucak toparladı.

Bu kelebeği ömrünün sonuna kadar uzaktan izlemeye başladı ve her zaman ne kadar yalnız olduğunu gün geçtikçe anladı. Onun yalnızlığı ve gözlerindeki hüzün içini ürpertti.

İnsan denilen canlının bu kelebeği kovaladığını gördü. Ancak bir süre sonra insan mor mantarlarla kaplı ağaç köküne takılıp ağaca çarptı ve yere düştü. Daha sonra hayata morararak veda etti. Takip ettiği kelebek ise geri döndü ve uzun zaman sonra tekrar göz göze geldiler. Yüzündeki çaresizliği gördükten sonra onun yavaşca ölüme doğru gidişini izledi. Onu durdurmak için bir şeyler yapamadan o kelebek çoktan yerde yatan çocuğun ağzına girmişti bile.

İşte o anda evrendeki bu adaletsizliği sorgulamaya başladı. Yaşamasının bir amacı var mıydı? Varsa neydi? Neden mor bu kadar kötü gözle bakılan bir renkti? Yoksa böyle kotü şeylerin yaşanmasının tek sebebi bir günah keçisinin mi aranmasıydı? Bu gibi düşüncelerle boğuşurken birden garip bir hisse kapıldı. Kanatlarına tane tane yağan karın farkında vardı ve çok şaşırdı. Kış gelmemişti ancak kar yağıyordu.

Bulunduğu ormanın her yerinin morluklarla kaplı olduğunu görünce az daha kafayı yiyordu. Bir başkası olsaydı şimdiye korkudan ölmüştü. Uzakta bir şey uçuşuyordu ve gözü ona takıldı. Bu beş dakika önce ölen kelebeğin ta kendisiydi. Şok üstüne şok yerken kendinden geçti ve gözleri kararmaya başladı. Artık hiçbir şey göremez olmuştu. Mor toprağın üzerine düştü...

24 Ocak 2013 Perşembe

Işık, karanlık, gölge

Genç adam bilgisayarla uğraşmaktan sıkıldığı için fişi çekip yatağına gitti. Yatakta şekilden şekile girip sıkılırken manevi ablasıyla konuşmaya başladı. Yazdığı blogla ilgili biraz sohbet ettiler. Sıkıntıdan yaptığı ve daha doğrusu yapamadığı bir aktiviteydi bu. Ne kadar kötü yazdığını biliyordu ama can sıkıntısına bir tutam merhem olması için yazmaya devam ediyordu. Acaba kitap yazsam nasıl olur diye düşündü birden. Tavana doğru baktı ve duvarı gördü. "Duvar mı? Meh." deyip lambaya doğru indirdi gözlerini ve o an bir konu buldu. Ablasıyla da bu fikri paylaştı. Başlangıçta 3 ana bölüm, 3 ara bölüm, 3 ana karakter ve 3 yan karakterden oluşacak ve her bölümü 3 kelimeden yola çıkılacak "3" adlı kitabını düşündü. Ancak ablasının da söylediği gibi bu biraz abartıydı. Bu yüzden ışık, karanlık ve gölge adlı 3 bölümden oluşan ve her bölümde 1 karakteri anlatacak olan bir kitap hakkında düşünmeye koyuldu. Ablasına "Ben bunun kitabını yazamam ama bloga bununla ilgili bir hikaye yazabilirim. Ondan sonra kim kitap yaparsa yapsın." dedi. Ablası "Tamam, sen yaz. Ben kitap yaparım." diye karşılık verdi. Kocaman bir gülümsemeyle ablasına iyi geceler deyip kitabı tasarlamaya geri döndü.

Işık bölümündeki kişi ışıktı çünkü herkesten etkilenip kendini göremiyordu. Etrafa ışık saçıp kendi içini karanlıkta bırakıyordu ve aynı zamanda da bir su gibiydi. Kendini bir kalıba sokamayıp oradan oraya akıp duruyordu.

Karanlık bölümündeki kişi de karanlıktı çünkü kendinden etkilenip etrafı göremiyordu. Kendi içine ışık tutup etrafta neler olduğu bilmiyordu ve aynı zamanda buz gibiydi. Kendini tek bir kalıba sokup hiçbir yere akamayıp hiçbir şeyi bilemiyordu.

Gölge bölümündeki kişi ise gölgeydi çünkü hiçbir şeyden etkilenmeyip her şeyi objektif bir şekilde görüyordu. Bir olaya yeterli ışığı tutup ardında beliren gölgeyle her şeyi görüyordu. Ne çoğuydu ne azı. Olması gerektiği gibi.

Çünkü kamaşır gözün ışıkta
Ve körelir gözün karanlıkta

Ancak görebilirsin her şeyi
Saf gölgenin kanatlarında

Kitabını da bu şiir ile bitirmeyi düşündü. Ardından kendisine sen fazla düşünme dedi ve uyumaya çalıştı. Sabah kalktığında yaptığı ilk iş bu düşünceleri bloguna geçirmek oldu.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Otobüs, Çiçek, Bulut

Pisbaz iş başında  Güzel kelimeler bunlar diyorum yapmayın. :D


Yolculuk etmeye, gezmeye bayılırdı. Manzarayı izlemek kadar keyifli bir şey yoktu onun için. Kendi ülkesinde hemen hemen her yeri bilirdi. Yurtdışına da yolculuk ederdi. Doğaya bayılıyordu. Gene bu yolculuklarından birindeydi  Genelde otobüsü tercih ederdi çünkü uzun yollarda görülecek manzara çoktu. Zaman zaman büyük şehirlerden uzakta bir köy yaşamı sürmek ya da küçük bir kasabada sıcak insanlarla beraber tüm kasabanın aile gibi oldukları o hayatı yaşamayı isterdi. Anne ve babasını kaybettikten sonra bununla ilgili düşünceleri daha da yoğunlaşmıştı. Dünya'nın çeşitli yerlerinden kayda aldığı görüntülerden film yapar ve geçimini bununla sağlardı.

Gene bir yolculuk vaktiydi ve görülecek manzaralar vardı. Gözden kaçırmak istemediği şeylerin listesini çıkartıyordu. Tur gezisiydi bu. Genelde böyle şeylere katılıyordu. Otobüs hareket haline geçti ve büyük şehrin tozundan kirinden yavaş yavaş koptu. Ve şimdi uçsuz bucaksız alanların vaktiydi. Bulutlar grileşmeye ve devamında da küçücük damlaları toprağa doğru bırakmaya başladı. Yağmuru izlemeyi, ıslanmaktan daha çok severdi. Zaten bütün yaşamı da gözleme dayalı olduğu için kişiliğine de bu daha çok uyuyordu. Yağmur bulutları birazcık kenara çekilip gün ışığına yer verdi. Güneş içtenlikle gülümseyip bulutlara selam verirken dünyaya doğru da el sallamaya başladı ve bu iki güzellikten bir gökkuşağı doğmuştu. Gökkuşağının nerede bittiğini görebilmek için gözleriyle renklerin sonuna doğru gitti ve uçsuz bucaksız çiçek tarlasını gördü. İçi huzurla doldu. Tüm bunları bir yandan kayda da almıştı. Çok güzel görüntüler elde etmişti her zamanki gibi. Kimisi için bir şey ifade etmeyebilirdi ancak onun için çok anlamlıydı. Birden başını sağa sola salladı ve düşünceleri bir kenara koyup manzarının tadını çıkarmaya devam etti...

1.ışık 2.çocuk 3.dünya

Özgeciğim verdi kelimeleri umarım yazabilirim bir şeyler, güzel bir şeyler. Çok güzel kelimeler vermiş bana ancak bu kadar güzel kelimeler ki benim olumsuzluğumda yok olup gidiyorlar. Umarım öyle olmaz :(


Küçük ve küçüklüğünün getirdiği doğal merak ile sorgulayıcı bir çocuktu. Her çocuk gibi o da annesine, "Anne, bu ne?" , "Anne, şu ne?" , "Bunlar neden böyle?" gibi sorular sorardı. Dünya'yı tanımaya çalışıyordu bu nedenle gıcıkca sorular değildi bunlar aksine gerçekten de her şeyden bilgi koparmaya çalışan zeki bir çocuğun sorularıydı. Bu zekiliği onun hayal dünyasını da zenginleştiriyordu. Ve çocukluğun getirdiği saflık da vardı üzerinde. Tanıdığı herkese gökyüzünü sorardı. Onlara yıldızları, güneşi, bulutları, ayı sorardı. Sabahları çok severdi. Bu yüzden havanın kararmasını ve yağmuru sevmiyordu. Sadece yağmuru değil suyu da sevmiyordu. Bir kedi gibi, duş zamanı geldiğinde annesinden kaçardı. Ve geceleri gökyüzüne baktığında ayı ve yıldızları düşünürdü. Karanlığın içinde yalnız olduklarını hisseder ve onlara yardım etmek isterdi. Bu hissi biliyordu çünkü kendisine de geceleri ışıksız uyuyamıyordu. Gökyüzüne yardım edebilmek için büyüyünce bilimadamı olmaya karar vermişti. Çok çalışıp yıldızı ve ayı yalnızlığından kurtaracak, onlara ışığı verecekti. En büyük hayali buydu...

17 Ocak 2013 Perşembe

Duvar , kafa , deli

Tosuncum verdi kelimeleri bana ve dedi ki niye geldi aklıma hiç bilmiyorum valla ben de dedim ki aslında bu beni andırıyor çünkü lise de deli dediler bana aslında hep diyorlar ya aynı zamanda dershanede kafamı duvara yaslıyorum diye duvar lakabı da takılmıştı ya bana artık bunların bir önemi yok.


Hareket etmeyi o kadar çok severdi ki durunca canı sıkılır ve içine kapanırdı. Böyle zamanlarda duvarlar üzerine doğru usulca sokulduğunu hisseder ve bir an önce hareketsizliğin boğucu ve adeta denizci düğümü gibi sıkılmış iplerinden kurtulmak isterdi. Ağır ağır çıkamazdı o asla merdivenleri, üçer üçer, beşer beşer hoplaya zıplaya çıkardı. Durmak nedir bilmezdi. Ancak durmanın ne demek olduğunu öğrenecekti. Daha annesinin karnındayken bile savurduğu tekmeler ile kadıncağıza bir türlü rahat vermezdi. O kadar çok hareket ediyordu ki artık hareket ederken bile ona zaman durmuş da kıpırdayamıyormuş gibi gelmeye başlamıştı. Sanki altında bir koşu bandı varmış da olduğu yerde duruyormuş gibi tüm çabalarının boşa olduğunu hissediyordu. Koşuyordu ancak bu ona yetmiyordu. Yavaş yavaş delirmeye başladı. Sokak deyimiyle kafayı üşütmüştü. Koşmanın yeterli olamayacağına karar verdi ve uçmaya çalıştı ancak havada süzülemiyordu. Yer çekimi onu kontrolü altına almıştı. Bu esnada dört bir yandan gelen duvarlar onun kafasını, kafasındaki düşünceleri, içini ve hareket kabiliyetini kısıtlıyordu. Simsiyah yol kıpkırmızı olacaktı. Delirmenin bedelini hayatı ile ödeyecekti. Bunlar onun son düşünceleriydi. Yere düştü, duvarlar kapandı, hareket sona erdi.

Ancak hayat ile verdiği büyük mücadale sonucunda komadan uyanmıştı. Tüm bu hareket mücadelesi komadaki hayatında aklının ürettiği bir düşten ibaret olduğunu uyanınca anlamıştı. Artık o çok sevdiği hareketleri yapabilirdi. Özgürlüğüne kavuşacaktı...

15 Ocak 2013 Salı

iyi, kötü, çirkin

mutlukediden yani çağlardan geldi bu üç kelime benim satırlarıma. Birileri verecekti bu üç kelimeyi eninde sonunda o da zamanının bir kısmını filmlerle geçiren kişiden geldi. Bakalım benden ne çıkacak...

İyi, kötü ve çirkin adlı üç arkadaş kabilelerinden kovulmak için iyi, kötü ve çirkin gibi davranıyorlardı. Bunlardan iyi olanı herkesle iyi geçinip, herkese iyi davranıyordu. Ancak kötülük soyundan geldiği için dışlanacaktı ve o da bunu istiyordu. Kötü olan ise iyi olanın yaptığı her şeyi tersine çeviriyordu. Herkese kötülük yapıp onları zor duruma sokuyordu. İyi ve kötü sürekli bir mücadele içerisindeydi. Kötü ise hoşgörü soyundan geliyordu ve bu yaptıkları hiçte hoş görülecek şeyler değildi. Ve arkadaşları çirkinin aslında yapması gereken hiçbir şey yoktu. Güzellik ailesinin doğan tek çirkin çocuğu olmakla beraber çirkinlik ailesinden bile çirkindi. Çünkü amacı çirkin olmaktı. Bu kısıtlamalardan bıkmıştı. Bu basmakalıp şeylerden bıkan sadece kendisi değildi. Kişilik okulunda tanıştığı iyi ve kötü de aynı fikirdeydi.


Üçünün de ortak özelliği olan şey aslında kişiliklerinde bulunan diğer özelliklerdi. Ve biraz olsun farklı davranmak istiyorlardı. İstedikleri gibi yaşamak istiyorlardı. Gerçekleri günyüzüne çıkartmalılardı.

Kişilik okuluna gittiklerinde birbirlerinin benliklerini görebildiler. Çünkü onlar önyargı ile bakmıyorlardı. "Sen şu aileden geliyorsun bizden uzak dur, çirkin!" ya da "Senin gibi kötü insanlarla konuşamayacak kadar iyiyim ben!" diyenler gibi değillerdi. Zaten yaptığı şeyin kötülük olduğunu bilmeyip her tarafta iyi olduğunu söyleyen birer gösteriş sürüsünden ibaretlerdi.

Birbirlerini görür görmez tanışıp planlarını geliştirdiler. Ve bu kabileden atılmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Kabile başı "Yürüyen Kişilik" bu üçünü köyden kovdu. Ve bu üç arkadaş gerçek kişiliklerini birleştirip yepyeni bir kişilik ile köylerine geri geldiler. Herkese yabancı gibi gözüken bu tek benlik Adalet'i temsil ediyordu. Kabileye adalet getirdiğini söyleyen ve yüksek mertebeden olduğunu iddia eden "Doğruluk Abidesi" unvanlı kişi olarak tanıttılar kendilerini. Ve tüm kabileye gerçekleri anlattılar. Yapmak istediklerini yapıp istedikleri biri oldular. Ailelerini benliklerine kavuşturdular...

14 Ocak 2013 Pazartesi

mikrop,kardeş,bardak

Derslerle kafayı bozmakla yükümlü olan isuramunobara'nın yani ablamın, bir bardak su içerken verdiği kelimeler olabilir bunlar ancak bilerek vermiş de olabilir yani şöyle bir hikayeyi öngörmüş olabilir;


İki farklı mikrop türü kendi neslinden kaçıp, kendi hayatlarını kurmak üzere bembeyaz bir yolun üzerinde hareketlerine başladılar. Bu mikroplardan birinin yapısı gereği kötü huylu olması gerekiyordu ancak ailesine sırt çevirdiği için DNA'sında bir takım değişiklikler olmuştu. Diğer mikrobumuz ise doğuştan iyi huyluydu. Bu mikroplar bir süre hareket ettikten sonra artık hareket edemediklerinin farkına vardılar. Hem yorulmuşlardı hem de üzerinde durdukları fayansa bir bardak ters olarak kapanmıştı. Bu iki mikrop da fırsat bu fırsat deyip çoğalmaya başladılar. Ortaya değişik türler çıkıyordu. İyi mi dersin, kötü mü dersin, ne olduğu belli olmayan ile beraber hedefi olmayan mikroplar mı dersin...


Yığınla mikrop ortaya çıkmıştı ve bu yüzden bardağın içinden bir sürü ses yükselmeye başlamıştı. Bir grup mikrobların ele başı, "Kardeşlerim, gelin tüm canlıları yok edelim! Milyonlarca yıldır biz vardık! Hep de biz olacağız! Onları yok etmeliyiz! Önümüze kim çıkarsa çıksın affetmemeliyiz!" diye bağırıyordu. Bu mikroplar bardağın en üstündelerdi. Ancak şu an ki bardağın konumuyla en alttalardı. Buna karşılık iyilerin komutanı söz aldı, "Sevgili kardeşlerim, annelerim, babalarım, dedelerim, torunlarım! Biz hep vardık ancak, büyüklerimizin de anlattıkları gibi biz tek iken yalnızdık! Yalnızlık nedir bilmeyen varsa nesillerimizi araştırsınlar! Daha akıllı davranmalıyız! Kimseye zarar vermemeliyiz! Aksine herkese yardım etmeliyiz!" diye konuştu. Bu mikroplarda hemen hemen kötülerle eşit sayıdalardı.

Bardağın en alt kısmında ise hiçbir şey umrunda olmayan ve akraba evliliği diye terslenmiş bir takım ne olduğu belli olmayan kesim vardı. Onları oraya terk etmişlerdi. Hemen karşılarında ise hayattan ümidi olmayan ve bir an önce ölmek isteyen mikroplar yer alıyordu. En orta da ise bu 4 kesimden genel olarak daha zeki olan mikroplar kendi hedefleri üzerine planlar ve deneyler yapıyordu. Herkesin işi başından aşkındı. Ancak kimisinin söz almaya bile hakkı yoktu.

Büyük bir el bardağı aldı ve soğuk su ile doldurdu. Bir çok mikrop soğuk suya dayanamadı ve hiçbir işe yaramadan öldü. Bir kaç bilimmikropu ise icat ettikleri şeylerle insana etki etmeye çalıştılar. Ancak tüm bu saldırı ve iyileştirme çabaları birbirini nötrledi. İnsan ise hiçbir şeyden habersiz suyunu içti. Bu sefer bardağı düz bir şekilde fayansın üzerine koydu ve gözden kayboldu.

Bardağın altında bir iki adet soğuğa dayanıklı mirkop kalmıştı ve kardeşleri için üzülüyorlardı. İkisi kardeş değillerdi ve farklı ebeveynlerden geliyorlardı. Aynı zamanda yanlarında akraba evliliği olduğu için terk edilmiş bir mikrop duruyordu. Öyle olmalıydı çünkü onu tanımıyorlardı. Ancak ondan başka kimseleri de yoktu. Onu da yanlarına aldılar ve yeniden göçe başladılar... Atalarının yaptığı gibi kendilerine yepyeni ve bembeyaz bir sayfa açtılar...

13 Ocak 2013 Pazar

aşk televizyon mama

Saçmasapan şeyler yahu. Mama nedir? Tamam nedir biliyoruz ama. Nedir yani. Hani. Yani. Ne aşktan anlarım. Ne yemekten. Ne de televizyon izlerim. Gıcıklık yapmak isteyen Büşra'ya hak ettiği hikayeyi yazdım. Yazmadım bile yani klavyenin üstüne kediyi bıraktım o yazdı bir şeyler.


Zong. Zong. Zong. Ve o rahatsız edici ses. Her sabahki gibi gene aynı saatte çalmıştı. Elini yüzünü yıkadı. Sütü ısıtıp mısır gevreğini kaseye koydu. Isınan sütü de kasesine boşalttı. Yavaşca yemeğini yedi. Bu sırada kedi mamasını da kedisinin kabına koydu. Üstünü giyindi. Ne giydiğinin bir önemi yoktu. Rastgele bir gömlek ve etek aldı. Kapıyı çekti. 2 defa kilitledi. Merdivenlerden aşağıya indi. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırdı. İşe gitti. İşten çıktı. Eve geldi. Asansörü kullandı. Kapıyı açtı. İçeri girdi. Üstünü değiştirdi. Soyundu. Duşa girdi. Çıktı. Saçlarını kurulamadı.  Bir süre çıplak dolaştı. Televizyonun karşısına uzandı. Bir savaş filmi. Bir magazin programı. Bir aşk filmi. Gereksiz şeyler dolusu aptal kutusu olan televizyondan ne beklenirdi ki zaten? Beklentisi yoktu. Zaman geçiriyordu. Kedisinin miyavlamasını duydu. Ona yemeğini verdi. Bu sırada üstünü giyindi. Bu sefer koltuğa oturdu. Kedi kucağına geldi. Birazcık sevdi onu. Sonra bıraktı. Yatağına geçti. Geç olmuştu. Yarın iş vardı. Uyumalıydı. Uyudu. Zong. Zong. Zong. Tüm hayatı böyleydi. Arkasında ki anahtar kısmı bir ömür boyu kısıtlı hareketlerle hareket etsin diye çevrilmiş bir oyuncakdan farkı yoktu. Her şey çok sıradandı. Ve böyle olmaya devam etti.

12 Ocak 2013 Cumartesi

kulaklık su katarakt

Gizemden antin kuntin kelimeler :D neyse bakalım.



Kendine Doktor diyordu. Başkaları onu tanısaydı, onlardan da doktor demelerini isterdi. Büyük bir amaca hizmet ettiğini düşünüyordu. Modern Frankenstein olmak istiyordu. Bunun için de geceleri, önceden belirlediği bir kişiden bir organ alıyordu. Geriye sadece göz kalmıştı. Hedefinin evine girecekti. Dışardan eve göz attı. Sessizdi. Bir odanın ışığı yanıyordu. Bu güzeldi. İşini rahatlıkla halledebilirdi. Kapıyı çaldı. Ve otların arasına girdi. Bekledi bekledi ancak kapıyı kimse açmadı. Evde hareket yoktu. Bir kez daha çaldı. Sonuç aynıydı. Pencerelere baktı. Bir pencerenin açık olduğunu fark etti. Kim bilir belki diğerleri de açıktı ancak diğerlerini kontrol etmeye gerek yoktu. Pencereden içeri sessizce girdi. Masa da oturan adam hiç kıpırdamıyordu. Ölü gibiydi. Kulağındaki kulaklıkları fark etti. Bu harikaydı. Bugün çok şanslıydı. Adamın önünde bir bardak su gördü. Ve susadığını fark etti. Önce işini bitirmeliydi. Adamı öldürmek üzere susturuculu silahını çıkardı. Gözüne zarar vermemeliydi bu yüzden adamın kalbine nişan aldı. Ve ateş etti. Adam ölmüştü. Yavaşca adamın gözlerini çıkardı. Gözler zarar görmedi. Harika bir cerrahi operasyon yapmıştı. Ancak gözlerde bir sıkıntı var gibi duruyordu. Vardı da. O gözler katarakttan körelmişti. Katarakttan gözleri kör olmuş bir adam gecenin bir vakti kulağında kulaklıkla ve evde tek başına müzik dinliyordu. Ne garipti. Masanın üzerinde duran gözlere, kulaklığa ve bir bardak suya baktı. Evet susamıştı. Suyu aldı ve içti. Şimdi de bardağı, kulaklığı ve kataraktlı bir çift gözü düşündü. Ne olacaktı bunlara? İşi berbat olmuştu. Sinirlendi. Kulaklığı yaktı. Gözleri ezdi. Bardağı kırdı. Ve girdiği pencereden geri çıktı.

11 Ocak 2013 Cuma

edebiyat bisiklet nihilizm

hollowjanai dedi bana bu üç kelimeyi. Adeta beni gebertmeye çalışıyorlar. Umarım okunası bir şey yazabilirim.


Çok sevdiği iki şey vardı. Bunlardan biri bisikletiydi. Bisikletiyle gezmek, rüzgarı teninden hissetmek... Her şeyi unutuyor ve kendini rüzgara ve onun ellerine bırakıyordu. Harika bir histi rüzgarı kucaklamak...

Bir diğer sevdiği şey ise kitaplardı. Kitap okurken onu dürtseniz de karşılık alamazdınız. Deprem olsa ruhu duymazdı. Yer yerinden oynasa kılı kıpırdamazdı. Öyle seviyordu kitapları. Bu yüzden de edebiyata bayılıyordu.

Bir nihilist gibi düşünmek asla istemezdi. Çünkü Nihilizm'e göre hiçbir şey yoktu. Ancak o, iki değerli şeyinin var olmamasını asla istemezdi.

Bir çok kitap okumuştu. Bir çok fikir görmüştü. Bir çok teori ve bir çok deney duymuştu. Kafasındaki tüm bu şeyleri de bisikletinin üzerindeyken toparlardı. Rüzgarla bir bütünken kafasındaki gereksiz düşünceleri boşaltır ve düşünmesi gerektiği şeyi düşünürdü.

Rüzgardan oluşan bir evren onun isteyeceği bir şeydi. Yüzde yüz rüzgar! Hava da bisikletle süzülmek... Bunun bir yolunu bulacaktı. Tüm çalışmalarını bu yolda yapacaktı. Bu yüzden de bilim ile ilgili kitaplara yönelmişti. Kendi elleriyle kendisi, bisikleti ve kitapları için bir evren yaratacaktı.

Gece gündüz bunun için mücadele ediyordu. Öyle ki, artık ne kitap okuyordu ne de bisiklet sürüyordu. Bir şeyler kanıtlamaya çalışrken en çok değer verdiği şeyleri bir kenara fırlattı. Gözünde ki hırs ve açgözlülük onu kör etmişti. Çalışmaları çığırından çıktı. Kitaplarını kaybetti. Bisikletini kaybetti. Kendini kaybetti. Ve daha da önemlisi, rüzgarını kaybetti... Ve bir hiç oldu. Ne ironikti ama. Hiççiliğe bu kadar karşıyken bir hiç olmak...

taş kağıt makas

Doğa'nın aklına ilk bunlar gelmiş. Ben saçmalamasını çok iyi bilirim, bilesiniz!! :D


İkisi de birbirlerini seven iki yakın arkadaştı. Güzel bir gün geçiriyorlardı. Onlar için beraber olduktan sonra her gün güzeldi. İkisinin de doya doya saçmalayabildiği bir arkadaşı vardı. Birbirlerini seviyorlardı. Bugün de canları bir şeyler yapmak istiyordu. Asla fikirleri tükenmiyordu. Kimin fikrini kullanacaklarını tartışmıyorlardı. Bunun için bir yöntem geliştirmişlerdi. Taş kağıt makas oynayacaklardı. Artık bu, oyundan öte bir pusula haline gelmişti onlar için. O kadar çok kullanıyorlarda ki bu yolu, ikisi de birbirlerine oyunun içinden lakap seçmişlerdi. Birinin adı Rock idi. Diğerinin adı Scissors. Ve oyun başladı.


Taş, kağıt, makas!

Rock, taş yaptı.
Scissors, taş yaptı.

Bir kez daha denediler. Bu sefer bir kazanan vardı. Rock, makas yapıp, kağıt yapan Scissors'ı yenmişti. Rock, "Senin yapmak istediğin şeyi yapalım." dedi. Scissors şaşıracak gibi oldu ancak toparlanıp güldü. Çünkü o da kazansaydı aynı şeyi söyleyecekti. Rock bunu anladı. Ve ikisi de aynı anda "Artık yeni bir yöntem bulalım!" diye bağırdılar. Ve yeni bir oyun, yeni bir yöntem, yeni bir pusula arayışına girdiler.

Mor, kelebek, korku

Özene bezene seçmiş Lythrial arkadaşımız bunu. Umarım bununla ilgili bir hikayesi yoktur. Çünkü benim yazacaklarımdan nefret edebilir :p etmez ya ne takacak o :D olsun. Olmasın. Ne yazıcam lan ben?!



Kozasından yavaş yavaş çıkmaya çalışıyordu. Aslında elinden geleni yapıyordu. Ancak bu iş hiçte kolay değildi. Kozasını sonunda açabilmişti. Kanatları olduğunu fark etti. Acaba bunlar ne işe yarıyorlar diye düşündü. Kozasından koptu ve aşağıya doğru düşmeye başladı. Ve birden kanatlarının ne işe yaradıklarını anladı. Uçabiliyordu. Ancak ne hızlı ne de yavaş bir uçuştu bu. Ahenkli ve ritimli bir şekilde süzülüyordu rüzgarın yolunda. Ormanın içerisindeki diğer hayvanları gördü. Herkes iç içeydi. Havada uçuşan ve kendisine benzeyen canlıları gördü. Bunlardan bir tanesine pür dikkat kesildi. Ve ona karşı bir his doğdu içine. Ne olduğunu anlayamadı. Bu yaşamda daha yeniydi. Bir çiçeğe ayaklarını koydu ve içi garip oldu. Bir şeylerin tadını almayı öğrendi. Kanatlarını çırptı ve dolaştı...

Aradan günler geçti. Bir çok kelebek gördü. Ancak çoğu doğduğu gibi ölüyordu. Ve hiçbirinin rengi kendisininkine benzemiyordu. Mor. Bu yüzden kendisini yalnız hissediyordu. Bazen sonsuza kadar yaşayacağını ve etrafındaki her şeyin çürüyüp gideceğini düşünürdü. Lanetlendiğinden korkardı. Daha fazla yaşamak istemezdi.

O güne kadar hiç görmediği bir canlıyı gördü. Onu gördü çünkü o canlı tarafından kovalanıyordu. Bu canlıyı ormandaki diğer hayvanlardan duymuştu. İnsan deniliyordu onlara. Başlarda eğleniyordu. İnsan da mutluydu. Ancak koşmasına fazla odaklanmış olacak ki yer de duran ağaç kökünü fark edemedi. Köke takıldıktan sonra önünde duran ağaca çarpmak üzere havada süzüldü. Çocuğu korku sardı. Zarar görmek, ölmek istemiyordu. Ancak korkulan oldu. Ağaca çarptı. Yere düştü.

Kelebek bu olanların farkında değildi. Hâlâ kovalandığını sanıyordu. Çocuğun yüzü ve elleri morarmaya başladı. Çünkü yerde duran taş akciğerine zarar vermişti. Nefes alamıyordu. Kelebekse artık yorulmuştu ve bir ağaç dalına kondu. Etrafta insanı göremedi. Bir süre soluklandıktan sonra insanı aramaya koyuldu. Ona bunu daha sonra tekrar yapmak yapalım diyecekti. Ancak onu bulduğunda gördüğü manzara ile şoka uğradı. Çocuk mosmor bir şekilde yerde yatıyordu ve üzerine bir kaç hayvan üşüşmüştü. Kendini gerçekten hiç sevmiyordu. Her şey o lanetli morun suçuyudu. Artık canına tak etmişti. O da ölecekti. Zaten fazla bile yaşamıştı!

Bu düşünceler ile boğuşurken kendisine benzeyen bir canlı gördü. Ona karşı bir his uyanmıştı içinde... Bu hisi tecrübe ettiğini hatırladı. Bu hissi ve bu canlıyı biliyordu. Ancak anlamıyordu. Başını çevirdi ve çocuğun ağzına doğru süzüldü. Diğer canlıların kendisini fark etmeden yiyeceği o anı bekledi. Bunu hak ettiğini düşünüyordu. Çiğ çiğ yenmeliydi. Etrafa saçtığı korkunun kefaretiydi. Beklediği oldu ve hayatı sona erdi...

Ağaç yağmur duvar

Soyutsal coşmak istiyorum dediğim Candan bana bu kelimeleri verdi. Tahminimce ilk gördüğü iki şey yağmur ve ağaç idi. Duvara da yaslanıyor olabilirdi. Olmayabilirdi. Bilmiyorum. Değişir bunlar.
Bu sefer bir şeyler çıkartamayacağım gibime geliyor da bakalım. Gerçi ben yağmuru çok severim ve tüm konu yağmura kayabilir.



Yürümeyi ve oturmayı pek sevmezdi. Ya uzanacak ya da yaslanacaktı. Başka türlü rahat edemiyordu. Sırtını üşütmeyen ve acıtmayan bir duvar bulmuştu kendine. Bir ağaç da rüzgarı engelliyordu. Rahattı ve tek istediği şey ise rahatlamak ve rahatlatmaktı. Gitti ve duvara yaslandı. Kendini düşüncelere teslim etti.

Ne yaşantısından memnundu. Ne yaşananlardan. Belki de onu rahatlatan tek şeydi yağmur. Yağmur tertemizdi. Yağmurun vücudundan dolaşmasını da seviyordu. Aşk dedikleri şey belki de buydu. Birinin yanında rahat hissetme. Dostlarınla rahat hissedebilirsin ancak bir kişiyi her zaman önemli kılarsın. Bu inanma ihtiyacına benzer bir şey. Hiç kimse yanında olmasa bile birinin orada olduğunu bilmek. Seni her zaman dinleyeceğini bilmek. Cevap vermese de kalbinde bir sıcaklık hissetmek...

Hepsi saçmalıktan ibaretti. Beyin. Beyinden korktuğu kadar ona hayrandı da. Düşünceleri o üretiyordu. Belki de insanlar böyle sanıyordu. Hiç bir şeye anlam veremiyordu. Tüm bu düşünceler içerisinde karmakarışık bir labirentin içerisindeyken, yanında durduğu ağacın yaprağından akan bir damla su onu kendine getirdi.

İşte yağmuru sevmek için bir başka sebep! Onu labirentten çekip almıştı bir yağmur damlası. Ve artık kendini yağmura bırakmıştı. Bedenine gelen damlalara. Yere çarpınca çıkan sese. Yanağından süzülen suların dudağına okşamasına... İstediği şeyi biliyordu. Su birikintisi olup buharlaşmak ve bu anlamsız hayatta, sorunlarla debelenen insanları bir an olsun rahatlatabilmek... Onların da bu güzelliğin farkına varabilmesini sağlayabilmek... Bir anlığına onları koşuşturmacalarından çekip etrafı görmelerini sağlayabilmek... Yağmuru ve diğer güzellikleri onlara anlatabilmek!..

10 Ocak 2013 Perşembe

frambuaz rejenerasyon saprofit

Çok sevgili arkadaşım pis Muti'nin beni zor durumda bırakma çabasından ziyade dersle kafayı bozmuş olmasından mütevellit böyle bir üçlü ile geldiğini düşünüyorum. Ve bende bu konunun üzerine gitmeyi planlıyorum. Ancak ben ne anlarım lan biyolojiden?! :D


Gene sıkıcı bir fizik dersinden ve o her şeye bağıran hocadan kurtulmuş bir şekilde ferahlarken gülümsemeden edemedi. Evi yakında olduğu için hiçbir vasıta kullanmadan yürüyerek gidecekti. Ancak ev ile okul arasındaki yolu çok severdi. Kendine 5 dakikalık bir düşünme zamanı doğuyordu. Ve bu saniyeler onun için önemliydi. Bir an önce eve gidip en sevdiği meyve olan frambuazı yemek istiyordu. Fiziği sevmediği kadar biyolojiyi seviyordu. Bitkileri, hayvanları, mikropları... Evet mikropları bile seviyordu. "Mikroplar olmasa sağlıklı olmanın değerini nasıl anlardık ki?" diye düşünüyordu. Manav amcayı görüp ona el salladı. Manav amca patlıcan burunlu, elma yanaklı, erik gözlü, kayısı kulaklı ve adına bir meyve ya da sebzeyle bile benzetilemeyecek şekilde değişik dudaklı bir insandı. Bu da onu çok renkli bir insan yapıyordu. Ancak kim bilebilirdi içinden geçenleri? Manava doğru bir kedi geldi. Yemek mi istiyordu yoksa amcayı mı gözüne kestirmişti, belli değildi. Kediyi ve manavı geride bıraktı. Tekrar aklına çok sevdiği frambuaz geldi. Bu beş dakikanın güzel olmasının sebebi büyük ihtimalle frambuaz ve diğer yiyeceklerdi. Yemeye çok düşkündü. Sürekli hamileymiş gibi aşerip bir şeyler isterdi. Bu yüzden o beş dakika içerisinde yiyeceği şeyleri nasıl yiyeceğini düşünürdü. Değişik şeyler denemeyi severdi. Ancak bu sefer frambuaza yumulacaktı. Evinin önüne gelmişti ve zile bastı. Annesi kapıyı açtı. Koşa koşa eve çıktı. Üzerini bile değiştirmeden dolaba atladı. Ancak frambuaz dolapta yoktu. Annesine sordu ve annesi çöpü gösterdi. Frambuaz çürümüştü. Ağzı açık kaldı ve annesine "Ne oldu?" diye sordu. Annesi "Meğer aldığımızda da böyleymiş." diye karşılık verdi ve pazarda ki adama bir takım şeyler söyledi. Ancak o annesinin ne dediğini hiç duymadı. Çünkü çöpe bakakalmıştı. Keşke rejenerasyona uğrasa diye düşündü. Bunu gerçekten çok istiyordu. Ancak daha sonra bu frambuazın saprofit organizmalar tarafından ayrıştırılacağını biliyordu ve belki seneler sonra bu meyveyi yiyebilecekti. Asla kötü düşünmüyordu. Ve cebinde duran harçlık ile manava koştu. O frambuazı yemeliydi!

Üç, Adet, Kelime.

Twitter'a üç kelime istiyorum yazdım. Lightborne'da bu üç kelimeyi yazdı. Ne diye böyle bir amaca hizmet etmiş anlam veremedik. Ancak ne diye böyle bir şey yaptığımı anlatabilmek için güzel bir yol buldu bana. Bende böyle bir şey bekliyordum aslında. Hikayeden değişik bir şey olacak gibi gerçi. Neyse bakalım.

Öncelikle ben okuduğum okulu ve bölümü sevmiyorum. Niye geldim, bilmiyorum. Tm bölümünden kendime göre en yakın bu vardı diye belki de. Hafta da 3 gün okula gidiyorum. Geriye kalan günler evdeyim. Bunu bir kenara koyalım. Ayrıca her zaman abimle anime izliyorum. Tek başıma izlediğim anime bir tek Lupin the Third. Onu da kendim çeviriyorum diye. Evdeyken dizi veya film de izleyesim gelmiyor. Çünkü çoğunlukla bu filmleri ve dizileri de abimle beraberken izliyorum. Bu unsurlar birleştimi benim evde yapacak bir şeyim kalmıyor. Heh, kitap okumak var. İlgimi çeken kitap sayısı az. O sebepten bu da uzun süreli bir etkinlik olamıyor. Müzik dinlemek desen, tamam dinleyeyim ancak bu can sıkıntısını geçirmiyor. Okuduğum okulu sevmememden dolayı ders de çalışmadığım için ve evdeyken yapabilecek farklı bir şeyler bulamamdan dolayı canım sıkıldığında bir şeyler uydurasım geliyor. Bu olanağı bana sağlayacak şeylerden biri de yazmak. İyi yazamasam da iyi şeyler uydurabiliyorum. Yani en azından saçma oluyor ve saçma şeylere karşı bir sempati duyuyorum. Bende üç kelime ile hikaye yazıp zaman geçirmeye çalışıyorum. Roman yazsam, yazamam. Kim okuyacak zaten? Hem o kadar uzun şeyle uğraşır mıyım ben? Baya baya iç döker gibi oldu bu yazı. Sevmedim. En azından zaman geçti! Bir kaç dakika da olsa mal mal ekrana bakmadım. Bu kadar.

Yaprak, turuncu ve ışık

Buradan pis hilebaza selamlarımı gönderiyorum! :D kendisi normalde seferbaz ancak benim için o bir hilebaz :P Bakalım bu üç kelimeden neler çıkarabileceğim.


Tepeye çıktı ve düşüncelerine daldı.
Şehir büyüyordu. Metropol olmuştu. Ancak şehrin büyümesi, bu şehrin her köşesine sinmiş olan anıları birer birer silmeye başlıyordu. Herkes işine gücüne çok önemliymişcesine koşuşturuyordu. Gereksiz bir acelecilik. Gereksiz bir endişe. Bunlara sebep olan tek şey ise para dedikleri o lanet olası Lidyalılar tarafından bulunduğu söylenen o tiksinç şey. Bu şehrin koşuşturmacasından nasibini almamış tek yer ise bir köşeye terk edilmiş yeşilliklerin, günahsız canlıların mekanı ormandı. Ne bir kin, ne bir kıskançlık. Sadece sevgiyle büyüyen sevimli hayvanlar. Diğer canlılar için yaşam enerjisi veren yeşil yapraklı bitkiler...
Ancak bu yapraklar kendilerini sonbaharın azizliğine bırakıp turunculaşmaktaydı. Bu görüntüyü sevmiyordu. Sanki yaşanan anılar dallardan kopup bu şehrin anılarını da beraberinde götürecekmiş gibi hissediyordu. Turuncuyu sevmezdi. Rüzgar esti. Yapraklar uçuştu. İsyan edermişcesine gökyüzüne baktı. Bu bir baş kaldırıydı. Belki de milyarlarca canlının, trilyonlarca yıldızın ve de sonsuz boşluğun söyleyemediklerini sembolize eden bir baş kaldırı. Ancak sonbahardan da aziz olan bir şey vardı. Güneş. Güneş'in ışığı gözlerinin içine işleyip düşüncelerini yakmaya çalıştı. Bu düşüncelerini kaybedemezdi. Işığa yenilemezdi. Turuncuya yenilemezdi. Ancak gücü kalmamıştı. Direnecek gücü kalmamıştı. Ya bu şehri terk edecekti ya da bu hayatı. Bu şehri bırakamazdı. O anıları o sevmediği yapraklar gibi silmeye çalışamazdı. Tepenin üzerinden kendini yokuş aşağı bıraktı. Yuvarlandı, yuvarlandı ve yuvarlandı... Bir odun parçasına çarptı ve hava da takla attı. Öleceğini düşündü. Korkmaya başladı. Tam o anda anne kucağı gibi bir yumuşaklık hissetti. O sevmediği turuncu yapraklar onu kurtarmıştı. Güldü. Kendini aşağılayarak güldü. Yapraklara sarıldı. Işığa baktı. Bu sefer gözleri kamaşmadı. Çünkü bu sefer farklı bir bakış açısından bakıyordu. Yaşam enerjisiyle. Yeni bir benlikle. Yeni bir anıyla...